11 Aralık 2009 Cuma

Until The Night

bu albümü yeni indirdim. feminobrecthyen tiyatroya ilgi duyanlar albümdeki aziza isimli şarkıyı mutlaka dinlesinler :)

10 Aralık 2009 Perşembe

Kıtasal Bolivarcı Hareket’in Manifestosu

CCB’den MCB’ye Geçiş

Kıtasal Bolivarcı Koordinasyon’dan Kıtasal Bolivarcı Hareket’e Geçiş

Bizim halklarımızın birliği yalnızca bireylerin bir arzusu değil, aksine kaderin değişmez bir hükmüdür. SIMÓN BOLÍVAR

Bizim Amerikamız’da ve Abya Ayala’da tüm evrenin umutlarını yeşerten ve kendi krizinin batağından çırpınan ve artık iyice korkak hale gelmiş emperyalist güçlere korku saçan bir hayalet dolaşıyor... Bu hayalet, Bolivar’ın ruhu, kılıcı, onun tüm kıtada bayraklaşan sosyal ve politik projesidir. Bu hayalet, bütün kahramanlarımızdan ve bağımsızlığımızın mimarları olan önderlerimizden oluşan büyük bir ordunun önünde yer alıyor. Ve bir halk ordusu, onlardan aldığı güçle özgürlüğünü elde etmeye azmediyor, çünkü artık tarihi adaletsizliklere son vermenin, Bolivar’ın da rüyası olan ve bu yarımkürede bizlerin kaderinin koruyucu kalkanı olacak bir Büyük Ulusu yaratmanın zamanı gelmiştir.
Kanımızı son damlasına kadar emen krallıklar ve imparatorluk tarafından 500 yıldan fazla bir süre yağmalandık ve yoksul bırakıldık. İşgalciler, tüm dünyaya hakim olmak ve kuzeyimizde felaket saçan bir güç merkezi yaratmak için Abya Ayala-Bizim Amerikamız’ın zenginliklerini, altınını, gümüşünü, petrolünü, kömürünü, doğalgazını, demirini, bakırını ve değerli taşlarını, onurlu geleceğimizin mirasını zorbaca çaldı ve çalmaya devam ediyor. Adaletsizle elde ettikleri tüm bu ihtişam, bizlerin yoksulluğu pahasınadır.

İlk işgalciler buraya tüfekleriyle, kılıçlarıyla, atlarıyla, barutlarıyla, köpekleriyle ve haçlarıyla dehşet saçarak baskının, sömürünün ve ölümün kolonilerini kurmak için geldiler. Katolik kilisesinin gizli kapılar ardında imzalanmış fermanlarının etkisi altında gözü dönmüş bir hırsla saldırmaya başladılar. Avrupalı taht sahiplerinin çılgınca hırsının girdabıyla kuşatılan 70 milyon yerli ve 140 milyon siyah, hizmetkarlığın ve köleliğin zincirlerinde hayatını kaybetti. Ruhunu şeytana satmış işgalciler, işledikleri korkunç insanlık suçlarını kurban ettikleri yerli ve siyahların ruhu olmadığını iddia ederek temize çıkarmaya çalıştılar. Potosi’nin zirvelerinden ahlaksızlık yuvası saraylarına uzanan ve altın ile gümüşten inşa ettikleri köprünün devasa ayakları Amerikan halkları kanı üzerinde yükseliyordu. Bir halka zulmetmek adına hiçbir hukukun hükmü kalmamıştı.

300 yıl sonra işgalciler, Ayacucho yükseklerinde kanlı bir anti-sömürgeci savaşta Amerikan halkları tarafından yenilgiye uğratıldılar. Tüfeklerin gürlediği, korkunç kılıç şakırtılarının ortasında atlarıyla ve mızraklarıyla savaşan halk ordusunun karşısında hezimete uğradılar. Böylece Amerika’yı terketmek zorunda kaldılar. Tiranlardan, mücadelenin ve onurun yolunu seçerek, zulme karşı direnişin kutsal ve vazgeçilmez olduğunu kanıtlayarak kurtulduk. Bağımsızlık yolunda mücadele veren halk ordusu Bolivar’ın ateşli sözleri karşısında titredi: ‘Askerler! Göklerin insanoğluna yüklediği görevlerin en büyüğünü, bütün dünyayı köleliğin zincirlerinden kurtarmak gibi bir işi yerine getireceksiniz. Askerler! Yenmekle yükümlü olduğunuz düşmanlar 14 yıldan beri galip oldukları için böbürleniyorlar. Fakat onlar ancak silahlarını sizlerin binlerce savaş görmüş silahlarıyla boy ölçüştürdüklerinde söz etmeye değer olacaklar. Askerler! Peru ve bütün Amerika sizden barış ve zafer bekliyor. Özgür Avrupa sizi hala hayranlıkla izliyor, çünkü Yeni Dünya’nın özgürlüğünü elde etmesi tüm evrenin umududur. Düşmanlarınızı hafife mi alacaksınız? Hayır! Hayır! Hayır! Sizler yenilmezsiniz... Ve bugün halkların mücadelesi, Bizim Amerikamız, evrenin yenilmez umudu olmaya devam ediyor.

ABD, özgürlük savaşçılarının silahlarının yenilmezliğine ikna oldu, bu nedenle Peru’daki Tupac Amarular’ın ve Nueva Granada’ki komünarların ayaklanmalarının gücünü gözleriyle gördüğü o andan itibaren arka planda şekillendirdiği stratejisi için pençelerini keskinleştirmeye başladı. ABD, kıtamız Amerika’daki ticari hakimiyet için İngiltere ile kapışmasına izin verecek bir güce ulaşıncaya dek bizim bağımsızlığımızı elde etmemizi geciktirmeye çalıştı. Yaptıkları aritmetik hesaplarıyla kendinden geçmiş bir halde sorunun çözümünü tarafsız olduklarını ilan etmekte buldular; bağımsızlık savaşçılarına silah satmayarak tarafsız kalacaklardı, ancak aynı zamanda İspanyol işgalcilere de ticari özgürlük vereceklerdi. Diğer taraftan da Güney Amerika’daki bağımsızlık mücadelesine silah sağlayan her ABD’li yurttaşa ise 10 bin dolar para cezası ile 10 yıl hapis cezası öngören bir yasayı çıkararak hainlik noktasına geldiler. ‘Düşman karşısında artık kollarımız, göğsümüz, atlarımız ve mızraklarımızdan başka da silahımız yoktu.’

Ancak bizim Amerika’daki ilk kölelik karşıtı ve özgür devletin başkanı büyük Petion’umuz vardı, Bolivar’a sadece silah ve mühimmat vermedi, kıtasal devrimin zafere ulaşması için gereken sosyal desteği de sağladı.

1823 yılında, ABD inanılası zor ve ihanetçi bir diplomasiyi uygulamaya koyarak kendilerini yarıkürenin sahibi ilan ettiler ve Bizim Amerikamız’ın şefkatli kalbine yağmacı Monroe doktrini çivilerini sapladılar: ‘Amerika, Amerikalılarındır.’ Bir uydurma yasa çıkararak Latin Amerika’nın kendilerine ait olduğunu, bizim kendilerinin ‘mutlak kaderi’ olduğumuzu ilan ettiler, oysaki bu iddia, gerçekte ‘Amerika’yı özgürlük adına yoksulluktan kurtarmak için işgal etmek’ yasası olmaktan başka da bir anlam taşımıyordu.

Entrika ve ihanet içerisinde gizlenerek yavaş yavaş içimize girdiler. Vatana ihanet edenlerin çekişmeleri olmasa bunların hiçbirini yapamazlardı. İhtilaf tohumları ektiler ve bağımsızlık ile özgürlüğün garantisini olan halk ordusunu parçaladılar. Daha sonra da Bolivar’ı katlettiler ve KOLOMBİYA’yı, halkların kardeşliğini ve birliğini öldürdüler.

Kurtarıcı Simon Bolivar ABD’nin Amerika’nın nüfusu en yüksek krallığı olarak kıtanın patronu rolüne soyunacağını daha o günlerde ifade etmişti. Bolivar, ABD’nin kısa bir zaman içerisinde tüm kıtanın efendisi olabileceğini, ancak bir avuç özgür insanın kudretli imparatorlukları yenilgiye uğrattığının da tarihte sıklıkla görüldüğünü de belirtmişti. Eğer bana inanmazsanız, bu dediklerimi bronzdan bir piramite kaydedin ki gelecek kuşaklar bu sözleri okusunlar ve bana hak versinler.

Kısa bir zaman sonra Meksika topraklarının yarısından fazlasını ele geçirdiler. Bayraklarına zorla sömürgeleştirdikleri Puerto Rico’nun yıldızını eklediler. Bağımsız cumhuriyetleri işgal ettiler, kendilerine boyun eğmeyen hükümetleri devirdiler, yerlerine diktatörleri ve kukla devlet başkanlarını geçirdiler, ancak açgözlülükle burunlarını soktukları her yerde erdemin direnişini karşılarında buldular. ABD, halen bu niyeti taşımaya devam etse de hiçbir zaman Küba’yı kolay lokma haline getirmeyi başaramadı. Yeni sömürgeci ilerleyişleri, her zaman Sandinistlerin ve Caamanistlerin, şu an sömürge haline getirilmiş Dominik halkının direnişini karşısında buldu. Bu halkın zincirlerini kıracağı günleri uzak değildir.

İşgalciler, uçak gemilerinden ve fırkateynlerden oluşan filoları, ‘business’ aldatmacaları ve neoliberalizmleriyle, Dünya Bankası ve özelleştirmelerle, IMF ve deniz kuvvetleriyle, dezenformasyon ve sömürgeci kültürün ideolojisi ile, Hava Kuvvetleri Komandoları (AMC) ve ileri seviyedeki operasyonel askeri güçleri konuşlandırarak kıtamıza gelmeye devam ediyorlar.

İşgalci güçler, C17 ve P3 Orion uçakları, stratejik hedefler için tasarlanmış bombardıman uçakları, 4. filo, CIA ve Mossad, ingiliz SAS komandoları, yüksek askeri teknolojiler, ALCA, Plan Kolombiya, Panama-Puebla ve Smart Power yani yeni neo-sömürgeci stratejilerinin akıllı gücü olduğu kisvesi altında planladıkları caydırıcı önlemler olmak üzere bütün güçlerini büyük kahraman Bolivar’ın yürüyüşünün ve diğer önderlerimizin özgürlük projesinin önüne geçmek, halklarımızın bağımsızlık mücadelesini boğmak için biraraya getirmiş durumdadırlar.

Honduras’ta yapılan askeri darbe, bu işgalci politikanın ikiyüzlü bir şekilde gizlenmesinden başka birşey değildir.

Bolivar’ın hayaleti, halklarımızın birliği için Büyük Cumhuriyet Ulusu’nun aciliyeti düşüncesinin bilinçlerde yeniden canlanması ve Kurtarıcı Simon Bolivar’ın da arzuladığı gibi bu yarıkürede tüm evrenin umuduna dönüşecek bir mücadele yürüten başka bir gücün ortaya çıkması gerçeği onları en çok korkutandır. Bu yürüyüş, onların tüm dünyayı kendi hakimiyetleri altında köleleştirme üzerine kurulu ve hiçbir temele dayanmayan saçma hayallerine karşılık ‘sevgili silah arkadaşlarımla birlikte tiranlar tarafından zulmedilen topraklarımın sınırlarına doğru yola çıkıyorum’ diyen ve adaleti önüne hedef koyan somut bir niyet taşınmaktadır.

ALBA’nın, Amerika Halklarının Bolivarcı Birliği’nin bütünleştirici kıvılcımını nasıl da söndürmek istemektedirler, çünkü bu kıvılcımın sömürgeleştirdikleri topraklarda bir yangına dönüşerek kıtamıza ‘mutlak kader’ diyen kibirli inançlarını kül etmesinden korkuyorlar. ALBA halkları tarafından kuşatılmalı ve onlarla birlik olmalıyız, Washington’un hakimiyetini sarsarak yerine tüm kıtamızı etkileyen vatan ve onur düşüncesini koyan kardeş Venezuela, Bolivya, Ekvator, Nikaragua ve Küba halklarının yeni bir toplum yolundaki mücadelesinde onlarla birlikte hareket etmeliyiz.

Bizim Amerikamız, neoliberal sistemin felaketine karşı dimdik mücadele vermekte, vahşi kapitalizmin hakimiyetine karşı direnen halklara öncülük etmektedir. Kıtada ve adada (Küba) önlenemez bir şekilde ilerleyen Bolivarcı değişim dalgası büyümektedir. Artık bu dalgayı önlemeye çalışan tüm girişimler boşa düşmektedir.
ABD’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan anlaşma uyarınca Kolombiya topraklarında kurulan çok sayıdaki askeri üs, Simon Bolivar’ın halen geçerli olan sosyal, ekonomik ve siyasi projesinin ilerlemesini durdurmak amacıyla gerçekleştirilmiş emperyalist mevzilenmedir. Bu üsler, emperyalizmin stratejistlerinin 4. Santafe’nin kirli sayfalarında ifade ettikleri düşüncelerinin hayata geçirilmesi anlamını taşımaktadır. Sosyal kaynamayı ezmenin, askeri baskıyı hakim kılmanın, Venezuela’nın petrol kuyularına, Amazon bölgesinin zenginlikleri ve doğal çeşitliliklerine saldırmak ve Güney Amerika’nın su kaynaklarını özelleştirmek için Kolombiya’yı bir saldırı üssüne dönüştürmenin yollarını aramaktadırlar. Bizim Amerikamız, ne Kuzey Amerikalılar’ındır ne de herhangi bir emperyalist gücün arka bahçesidir. Kıtamızın doğal zenginlikleri, bizim geleceğimizin, onurumuzun ve bağımsızlığımızın garantisidir. Bizler, çok daha zalim ve aynı zamanda çok daha güçlü de olsa tüm bu yönlü saldırılara karşı direneceğiz. ‘Politika, hiçbir zaman Kuzey Amerikalılar’ın bizle ilgili tasarladıklarından daha ahlaksız bir hale gelmemiştir.’

Halkların emperyalist tiranlara karşı verdiği insanlık mücadelesindeki en güçlü silahı birlikte mücadele etmektir.
Kimliğini ve bu projede yer alan tüm canlı güçlerin bağımsız duruşunu kaybetmeksizin, Koordinasyon’dan Kıtasal Bolivarcı Hareket’e doğru ve büyük bir devrimci kararlılık isteyen bu sıçrama Bizim Amerikamız’ın halklarının bağımsızlığı ve yeni bir gücün inşası yolundaki ilerleyişin garantisi olacaktır.
Kıtasal Bolivarcı Hareket olarak, halkların bütün mücadelelerini, yarıkürenin sosyal ve politik örgütlerini, dünyadaki tüm farklı ırkları, halk önderliklerini ve tüm devrimcileri, siyasi partileri ve hareketleri, yeni isyancı varoluşları, gençliğin canlı gücünü, mücadele içindeki tüm kadınları Kurtarıcı Simon Bolivar’ın, Miranda’nın, Artigas’ın, Che’nin, Morazan’ın, Lautaro’nun, Marti’nin, Amaru’nun, Katari’nin, Alfaro’nun, Sandino’nun, Farabundo’nun, Prestes’in, Betances’in, Caamaño’nun, Manuelita’nın, Marulanda’nın, Zapata’nın ve Villa’nın, Amerika kıtamızın özgürlüğü için mücadele eden tüm kahramanlarının bizi çağırdığı yerde, eylemin ve birliğin büyük stratejik alanında buluşmaya çağırıyoruz.
Büyük Anavatan’ın ve Sosyalizm’in, antiemperyalizm ile vatan ve insanlık uğruna mücadele etmeyi önüne koyan tüm Latin Amerika ve Karibik halklarının birliğinin bayrağını daha yukarılara çekeceğiz. ‘Yalnızca halkların sevgisi temeli üzerinde onurlu ve kardeşçe bir yaşam mümkündür.’
Kapitalizm iflas etmiştir. İnsanlık dışıdır. Bütün gözeneklerinden kanlar saçarak doğmuştur. Egoizm, adaletsizliktir. Gezegenimizde bir milyar 20 milyon insan açlıkla karşı karşıyadır ve her yıl 40 milyondan fazla kişi açlıktan dolayı ölmektedir. 3 milyar insan yoksuldur ve yetersiz beslenmektedir. Yaklaşık bir milyar kişi işsizdir ve bu kontrolsüzlük yaşadığımız gezegene sürekli zarar vermektedir. Daha iyi bir dünyada yaşamak için mücadele vermek kaçınılmazdır. Antikapitalist alternatif, sosyalizmdir. Sosyalizm, tarihin halkların mücadelesi ile tamamlanacak değişmez bir durağıdır.

Latin Amerika sosyalizmi kahramanlık ile yaratılacak bir eserdir. Latin Amerika sosyalizminin temeli, bizim kendi değerlerimizdir. Bizim Amerikamız-Abya Ayala, tarihine sahip çıkan halk demektir. Bizim kaderimizin stratejistleri, düşünürlerimiz aynı zamada bizim kurtarıcılarımızdılar. Bağımsızlık ve özgürlüğü hiçbir zaman sosyal devrimden ayrı tutarak tasarlamadılar, çünkü bağımsızlık ve özgürlüğün gerçekleşmesi, birlikte durmanın engellenemez gücü olmadan mümkün değildir. Evrendeki eşitlik temeli üzerine inşa edilen bir özgür insanlar topluluğu, birliğin bir ürünüdür. ‘Birlik, yenilenme sürecimizin değerlerini yaratmada en çok ihtiyaci duyacağımız noktadır. Bu birlik, bize mucizelerden gelmeyecektir, aksine hedefi iyi belirlenmiş çabalar ve etkili bir duyarlılık sayesinde gerçekleşecektir. Bütün Amerikalı halkların tek bir vatanı vardır. Bu vatanı her ne pahasına olursa olsun kuracağız. Bu şekilde birliğini sağlamış bir Amerika, bütün ulusların ve cumhuriyetlerin anası olarak adlandırılabilecektir.’ Bu, Kurtarıcımız’ın öğretisidir. Büyük Anavatan, bizlerin hedefidir.

Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilanının 200. yılında tüm dostlarımızı çetin geçmekte olan 21. yy.’ın Ayacucho Muharebesi’ne gönülden katılmaya davet ediyoruz. Kahramanlarımız, yürümemiz gereken yolu o günlerden çizdiler. Ayacucho bozkırlarında elde edilen zafer, Venezuellalılar, Arjantinliler, Ekvatorlular, Şilililer, Granadalılar, Perulular ve eski Avrupa’nın savaşçılarından oluşan enternasyonalist bir ordunun İspanyol zulmününe son vermek ve sömürgecileri en son kalelerine değin Bizim Amerikamız’dan söküp atmak uğrunda elde edildi. ‘Artık zaman, Amerika halklarının biraraya gelme zamanıdır.’

Hepimiz, Bolivar’da buluşuyoruz. Kıtasal Bolivarcı Hareket ile onun sosyal ve politik önderlikleri, halkların kıtasal devrimin zaferi yolundaki yürüyüşüne öncülük edecek yönetim mekanizmasını oluşturmakla görevlidir.

Yeni sömürgeci düzenin adaletsizliğine karşı mücadelemizde, Mareşal Sucre’nin 9 Aralık’taki tarihi muharebenin hemen öncesinde askerlerine yönelik hitabında dile getirdiği sözlerinin coşkusunu taşıyacağız: ‘Askerler! Amerika’nın kaderi bugün sizin ellerinizdedir. Bizler, özgürlük tutkumuzla evrenin umudu olmalıyız. Ya zafer ya ölüm!’ . ‘Şu an hayati bir noktada bulunuyoruz. Kılıçlarımız adına söz veriyoruz, kılıçlarımızsa sözümüzdür. Adalet ve eşitiği bir araya getirerek insanlığın özgürleşmesi için büyük mücadeleyi başlatacağız.’

Bolivar’ın ve diğer ulusal kahramanlarımızın düşünü gerçekleştirmek yolunda başlattığımız yürüyüşümüze hız katmak için, Büyük Anavatan ve Sosyalizm’in tesisindeki aciliyet noktasında hareket eden yeni hükümetlerin inşası için kardeşlik ve bilinç temelinde yükselen alternatif politikaları yaratmalı ve halklar için yeni bir dönem başlatmalıyız.

Bolivar ve tüm önderlerimiz bizimle birliktedir.

Kutimunqan kutikapamunqan chaymantas, pispochakuna takichkan: Onlar bize geri döndüler, bu yüzden kuşlar şarkı söylüyor.
Bizler tarihiz; birlikte zafere ulaşacağız.
Kıtasal Bolivarcı Hareket Kuruluş Kongresi
Caracas, 7-8-9 Aralık 2009

9 Kasım 2009 Pazartesi

kısa film


Kısa film en az uzun metraj kadar sinemadır. 7. sanatın tüm özelliklerini içerisinde barındıran, kendi çerçevesinde belirlediği süre içinde çok sey ifade edebilen özgür yapıtlardır.

Kısa film, potansiyelinde derin bir özgünlük ve sınırsızlık barındırmaktadır. Kısa filmler uzun metrajlı ticari filmlerin genellikle bir kenara bıraktığı daha güç konular üzerine yoğunlaşır.

Tüm bunların yanısıra kısa film; deneysel sinemanın yeni bakış açılarının, değişik kamera hareketlerinin, çarpıcı seslendirme biçimleri ve farklı oyunculuk tarzlarının sınandığı, farklı türlerin ortaya çıktığı bir üretim alanı olarak önemini her zaman korumaktadır.

öneriler:
http://www.politiksinema.net/?p=1091
http://www.kisa-film.net/
http://cmoss.blogcu.com/KISA+FILM+UZERINE+NOTLAR/
http://www.hobimlemutluyum.com/Gallery.aspx?groupId=14&id

Kısa film örnekleri:

YORGAN: http://www.politiksinema.net/?p=135
KIRINTI:    http://www.politiksinema.net/?p=101

17 Ekim 2009 Cumartesi

Ara Güler

http://fotograf.net/araguler/
bir daha dünyaya gelseydim tramvay olmak isterdim

13 Ekim 2009 Salı

Mercedes Sosa


Güçlü sesiyle kitlelerin kalbini fetheden 74 yaşındaki Sosa, Buenos Aires'te kaldırıldığı hastanede 4 ekim sabahı öldü.
Hayatında 40'dan fazla albüm çıkaran "La Negra" Sosa, 60'lı yıllarda sanat hayatına atıldı ve 70'lerde bazı filmlerde oynadı.

Cunta döneminde 1979'da La Plata'da verdiği konser sırasında gözaltına alınan ve şarkı söylemesi yasaklanan komünist sanatçı, Avrupa'ya giderek önce Paris'e, sonra Madrid'e yerleşti. Sanatçı, ancak 1982 yılının Ocak ayında konser vermek için ülkesine dönebildi.
Dünyaca ünlü sahnelerde şarkı söyleyen Sosa, müziğinde folkloru rock ile harmanladı, opera şarkıcılarıyla albümler hazırladı. Meslek hayatında birçok ödül kazanan Sosa, ölmeden önce yaptığı bir söyleşide şunları söylemişti:
"Bu ödüller sırf şarkı söylediğim için verilmedi, düşündüğüm için de verildi. İnsanları ve adaletsizlikleri düşünüyorum. Düşünüyorum da, düşünmeseydim kaderim böyle olmazdı..."
Gracias a la vida !!!
Rivayete göre, Faşist Franco döneminde İspanya'da bir idam mahkumunun hücresine Falanjistlerin işbirlikçisi bir papaz girerek mahkuma son duasını etmesini söyler ve sorar;
-Son bir sözün var mı oğlum?
Mahkum yüzünde bir iğrenme ifadesi ile papazın suratına tükürerek haykırır;
-Gracias a la Vida!!! (Teşekkürler Hayat!!!)

Arjantin'li devrimci şarkıcı ve ozan Mercedes Sosa, mahkumun idamından sonra onun dilinden ifade edilmiş gibi bir halk türküsü haline getirilen bu sözleri seslendiriyor:

thanks to life which has given me so much,
it gave me two eyes that when i open them,
i can distinguish perfectly black from white,
and in the high heaven its starry background,
and in the multitudes the man i love.

thanks to life which has given me so much,
it's given me sound and the alphabet,
and with it the words that i think and declare,mother, friend, brother, and burning light,
the route of the soul of the one i am loving.
thanks to life which has given me so much,
it's given me sound that in all its magnitude,
records night and day crickets and canaries,hammers, turbines, dogs' barks, storms,
and the voice so tender of my good beloved.

thanks to life which has given me so much,
it's given me the steps of my tired feet,
with them i walked though cities and puddles,beaches and deserts, mountains and plains,and your house, your street, and your patio.

thanks to life which has given me so much,
it's given me laughter, it's given me tears,
thereby i distinguish good fortune from ruin,
`the two materials that make up my song,
and the song of all of you that is my own song.
thanks to life which has given me so much!


6 Ekim 2009 Salı

SS ve GSS' nin I. uygulama yılında yarattığı sonuçlar


SS ve GSS


I. UYGULAMA YILINDA YARATTIĞI SONUÇLAR: KRİZ, SAĞLIK ve SOSYAL GÜVENLİK RAPORU


SES (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası)

GİRİŞ:

Neo-liberalizmle birlikte kamu hizmetlerinin nitelikli, etkin, verimli duruma getirilmesi için piyasa sisteminin önemi daha da ön plana çıkarılarak, piyasa mekanizmasına dayanan kamu hizmetleri yönetimi bir model haline gelmiştir. Piyasa mekanizması mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımı için en rasyonel araç olarak kabul edilerek özel sektörün üretim organizasyonu kamu hizmeti sunan ya da üreten kurumlarda da benimsenmeye başlanmıştır. Neo-liberal politikalarla birlikte kamu hizmetlerinde rasyonel tüketici tercihleri sıklıkla vurgulanır hale gelmiştir. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren temel sektörler ‘reform’ adı altında özelleştirilmeye çalışılmıştır. Sağlık ve sosyal güvenlik alanında da pek çok ülkede Dünya Bankası ve IMF’nin reçeteleri doğrultusunda mutlaka özelleştirme içeren “reformlar” gerçekleştirilmiştir. Bir yılını dolduran SS ve GSS (Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası Yasası) bu koşulların ürünüdür.

Sağlık ve sosyal güvenlik alanına dair düzenlemeler ülkemizde de diğer ülkelerdekine paralel bir dönüşüm geçirmiş, yıllar içinde adım adım yürütülen dönüşüm programı AKP Hükümeti döneminde çıkartılan SS ve GSS yasasıyla birlikte hızlı bir biçimde yürürlüğe konmuştur.

İyi planlanmış ve toplumsal gereksinimleri hesaba katan sosyal güvenlik sistemlerinin bozuk olan gelir dağılımını kısmen de olsa düzeltici etkileri bulunmaktadır. Ancak sağlık ve sosyal güvenlik alanını piyasa mantığıyla düzenleyen SS ve GSS gibi düzenlemeler, gelir dağılımının olumsuz etkilerini daha da derinleştirmektedir. SS ve GSS, hak niteliğindeki toplumsal gereksinimleri ticari hizmetler olarak tanımlayıp, bu hizmetlerden kişilerin ödeme gücüne göre faydalandırıldığı bir anlayış doğrultusunda tasarlanmıştır. Bu nedenle bütün hizmetler piyasanın öncelikleri ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirildiğinden piyasanın yıkıcı etkilerine karşı sağlık ve sosyal güvenlik alanını koruyan bir mekanizma olmadığını söyleyebiliriz.

“Teğet Geçen Kriz” Panoraması:
Krize Karşı Savunmasız Bırakıldık!
2000’li yılların ortalarından itibaren dünya ekonomisinin merkez ülkelerindeki daralma ve durgunluğun sonuçları, 2007 yılından itibaren özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde konut sektöründe başlayan krizle somutlaştı. Uzun bir resesyon (durgunluk) döneminin ardından Amerika’da başlayan kriz bugün çok sayıda ülkeyi ve milyonlarca insanı etkileyecek kadar geniş bir alana yayılmıştır. Kapitalizmin doğasında var olan krizler, uzun süredir finansal araçlarla ve spekülatif operasyonlarla ertelenmeye ve törpülenmeye çalışılmaktaydı.
Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de işçi ve emekçilerin hak kayıplarının önüne geçecek önlem paketi hazırlanmamıştır. Bu krizin sonuçları sermaye kesimi tarafından, emek alanının daha çok kayıt dışına itilmesi, güvencesiz/ sigortasız çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması adına adeta bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Toplumun en mağdur kesimlerini krizlere ve piyasanın kötü etkilerine karşı koruma işlevi bulunan çeşitli mekanizmaların en önemlileri bütçe ve sosyal güvenlik sistemidir. Diğer koruyucu mekanizmalar da sırasıyla iyi planlanmış bir sağlık ve sosyal hizmet sistemi, sosyal harcamaların ve yatırımların genişletilmesidir.
Yeterli kamusal yatırım yapılmadığında borç ödemeleri için sosyal harcamalar kısılmakta, maaşlarımız eritilmekte ve emekçilerden daha çok vergi alınmaktadır. Bütçe giderlerinde yatırımlar için ayrılan pay, bütçe görüşmeleri sırasında IMF'nin istemleri doğrultusunda yapılan 14 milyarlık kesinti ile 26,1 milyar TL'den 12,1 milyar TL'ye indirilmiştir. 1980'lerde yatırıma ayrılan pay ortalama % 20 düzeyinde iken, bugün % 4'e düşürülmüştür. Sağlık yatırımlarının 132,6 milyon TL’lik kısmı kesilmiştir. Yatırıma yeterli bütçenin ayrılmamış olması kamusal sağlık hizmetinin daraltılmak istendiğinin açık bir göstergesidir. Bütçedeki kaynakların yatırımlar yerine harcamalara ayrılması nedeniyle artan nüfusun ihtiyaçlarına yanıt üretecek kapasite gelişimi olmamakta, toplumsal dışlama mekanizmaları acımasız biçimde işlemektedir.

Krizin etkilerinin belirmeye başladığı 2008 Ocak-Kasım döneminde sosyal güvenlik sisteminin açığı 2007 yılının aynı dönemine göre % 2,44 artışla 24 milyar 788 milyon YTL'ye yükselmişti. On bir ayda 60 milyar 269 milyon YTL gelir elde eden Sosyal Güvenlik Kurumu'nun (SGK) gideri ise 85 milyar 58 milyon YTL olarak gerçekleşmişti.

Gerekli önlem alınmadığında açığın 2009 yılı için büyüyeceği herkes tarafından beklenmekteydi. Krizin etkilerinin daha da artacağı 2009 yılında, hükümetin daha gerçekçi hesaplamalara dayanan bir bütçe oluşturması, kamusal yatırımları arttırması, işsizlik, yoksulluk ve kayıt dışı ekonomiye karşı mücadele paketleri hazırlaması gerekiyordu. Çünkü sosyal güvenlik sisteminin finansman darboğazı, asıl olarak, bütçede kamusal yatırımların azaltılması, işsizlik, kayıt dışı istihdam ve çalışma düzeninin esnekleştirilerek, çalışma ilişkilerine kuralsızlığın egemen olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak kamu yatırımlarına ayrılan kaynaklar bütçede sürekli düşürüldü, giderek büyüyen işsizliğe ve kayıt dışılığa dair önlem alınmadı, kadrolu yerine sözleşmeli ve iş güvencesiz çalıştırma biçimleri yaygın olarak kullanıldı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi 2009 bütçesi, krizin varlığı gözardı edilerek %4 gibi toplumsal gerçeklerle kesinlikle örtüşmeyen bir büyüme hedefi üzerinden oluşturuldu.

I)FİNANSAL DURUM:

Önceki sosyal güvenlik sisteminden “açık vermesi ve devletin sırtında kambur olması” gerekçesiyle vazgeçilmişti. Oysa yeni oluşturulan SGK daha baştan açıkla başladı ve tüm veriler, mali sürdürülebilirliğin olmadığını gösteriyor.

I.1) SİSTEMİN KAPSAMINDAKİ KİŞİLER:

2008 yılı sonu itibariyle
Toplam aktif sigortalı sayısı
15.258.608
Pasif sigortalı sayısı
8.045.815
Aktif/pasif oranı
1,90


Mevcut aktif sigortalılar
Mevcut pasif sigortalılar
SSK
%63
SSK
% 58
Emekli Sandığı
%16
Emekli Sandığı
%20
BAĞKUR
%21
BAĞ-KUR
% 22

Sosyal güvenlik havuzuna asıl para SGK fonlarından ve cepten ödemelerden gelmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun ve kayıt dışı çalıştırmanın kriz dönemlerinde büyük ölçüde artmasından hareketle fona yeterli kaynak akışı olmamış ve pek çok kişi sosyal güvenlik şemsiyesinin dışına itilmiştir.

Ekim 2008’den Şubat 2009’a kadar olan beş aylık dönemde 760 bine yakın sigortalı işçi işini kaybetti.
Prim ödeyen aktif sigortalı sayısı Mart sonunda 14,7 milyona düştü. Emeklilerin sayısı ise 8,2 milyon düzeyindeydi. Dolayısıyla aktif-pasif oranı bu dönemde 1.80’e geriledi. 2002’de bu oran 2.03’tü.
2009 yılının ilk 6 ayında Emekli Sandığı sigortalısı memur sayısında 165 bin, kuruma prim ödeyenlerin sayısında toplamda yaklaşık 1 milyon azalma görüldü.
Sosyal güvenlik sisteminin bütünündeki aktif sigortalı sayısı sadece 90 bin 559 kişi artarak Temmuz ayında 15 milyon 58 bin 919'a ulaştı.

I.2) GİDERLER:

2008 Yılı (Ocak-Kasım) SGK Giderlerinin önemli kalemleri:
EMEKLİ AYLIĞI ÖDEMELERİ
Hizmet akdi ile çalışanlara yapılan ödeme
Bağımsız çalışan emeklilere yapılan ödeme
Kamu emekçileri emeklilerine yapılan ödeme
54 milyar 32 milyon YTL
30 milyar 544 milyon YTL
8 milyar 257 milyon YTL
15 milyar 232 milyon YTL
SAĞLIK GİDERLERİ
Tedavi giderleri
İlaç giderleri
23 milyar 371 milyon YTL
12 milyar 972 milyon YTL
9 milyar 746 milyon YTL

2009 yılı Ocak-Temmuz dönemi;
Ocak-Temmuz döneminde sağlık harcamaları geçen yılın aynı dönemine göre %13,07 oranında arttı. Kurum 2009 yılının ilk 7 aylık döneminde sağlık harcamalarına 16 milyar 710,4 milyon TL düzeyinde kaynak aktardı. Sağlık harcamaları 2009 yılsonu tahmini 27 milyar 562 milyon TL düzeyindedir.

2002 yılında 7,2 milyar lira olan sağlık harcamaları 27,6 milyar liraya ulaştı. İlaç harcamalarında da 2002 yılına göre yüzde 46,34 oranında reel artış yaşandı. Türkiye'de ayda 23 milyon reçete yazılmaktadır. İlaç harcamalarında 2008'in ilk 6 ayıyla 2009 yılının aynı dönemini karşılaştırdığımızda reçete sayısında yüzde 8'lik, fatura tutarında ise yüzde 26'lık bir artış söz konusudur. Toplam sağlık harcamaları içindeki ilacın payı % 30'a ulaştı. Bu oran ABD'de yüzde 12,6, Japonya'da yüzde 19,6, İngiltere'de yüzde 15,8, Almanya'da yüzde 14,8'dir. Geçen yıl Türkiye'de toplam 10,7 milyar TL'lik ilaç tüketilmişti. 2009 yılı için aylık ortalama 1 milyar 54 milyon TL’lik ilaç gideri oluşması beklenmektedir. Geçen yılla kıyaslandığında ilaç harcamalarında en az % 25 düzeyinde artış yaşanması bekleniyor. SGK’nın harcamaları içinde dönemsel olarak öne çıkan unsur, ilaç harcamalarının Haziran sonunda %20,2 oranında artmasıdır[1].

SGK’nın en büyük gider kalemi olan emekli maaşları Ocak-Temmuz döneminde toplam 39 milyar 36,6 milyon TL oldu. Yılsonu bütçe tahmini 68 milyar 934 milyon TL’ydi.


Ocak - Temmuz döneminde SGK’nın;
Diğer giderleri geçen yıla göre % 6.08 artarak 1 milyar 476,8 milyon TL’ye,
Ek ödeme giderleri % 16,2 artarak 1 milyar 699.5 milyon TL’ye,
Faturalı ödemeler %7,19 artarak 2 milyar 39.9 milyon TL’ye yükseldi.

SGK Başkanlığı Primsiz Ödemeler Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre;
2009 yılının ilk altı aylık döneminde toplam 1 milyon 293 bin 502 kişi yaşlılık ve özürlülük aylığı aldı.
2009 yılı Haziran ayı verilerine göre;
Toplam 1 milyon 293 bin 502 kişiden, 856 bin 503'ü yaşlı aylığı,
15 bin 604 kişi 65 yaşından büyük bakıma muhtaç özürlü aylığı,
269 bin 20 kişi (özür oranı yüzde 40- 69 arası) özürlü aylığı,
115 bin 102 kişi 18 yaşından büyük 65 yaşından küçük (özür oranı yüzde 70) bakıma muhtaç özürlü aylığı,
37 bin 273 kişi 18 yaş altı özürlü yakını aylığı aldı.

I.3) GELİRLER:

SGK verilerine göre, kurumun on bir aylık dönemde elde ettiği gelirin en önemli kalemi 49 milyar 330 milyon YTL ile prim tahsilâtından oluştu.

2008 Yılı (Ocak-Kasım) SGK Gelirlerinin önemli kalemleri:
Prim tahsilatları
Hizmet akdi ile çalışanlardan yapılan tahsilat
Bağımsız çalışanlardan yapılan tahsilat
Kamu çalışanlarından yapılan tahsilat
49 milyar 330 milyon YTL
31 milyar 610 milyon YTL
9 milyar 52 milyon YTL
8 milyar 667 milyon YTL

Ocak-Temmuz döneminde 30 milyar 373,8 milyon TL prim geliri elde edildi. Dolayısıyla bu dönemde, 2009 yılı bütçesinde öngörülen 59 milyar 555 milyon TL'lik yılsonu prim geliri tahmininin ancak yüzde 51’ine ulaşılabildi. SGK'nın yılsonu açığı tahmini 21 milyar 378 milyon liraydı. Oysa bu tahminin %78,2’sine 7 ayda ulaşıldı. Kayıtlı istihdama yönelik tüm teşviklere karşın, kriz nedeniyle prim gelirlerinde yüzde 7'lik bir kayıp yaşandı. SGK'nın en büyük gider kalemi olan emekli maaşları Ocak-Haziran döneminde toplam 32 milyar 905,4 milyon TL oldu. Yılsonu bütçe tahmini 68 milyar 934 milyon TL'ydi.

SGK'nın prim gelirlerinin emekli aylıklarını ve sağlık ödemelerini karşılama oranı 2009’un ilk yarısında yüzde 54,5 olarak gerçekleşti.
2005 yılında bu oran yüzde 59,2
2006 yılında yüzde 66,3
2007 yılında yüzde 60,9
2008 yılında % 64,6 olarak gerçekleşmişti.

I.4) AÇIK:

SGK’nın Ocak-Temmuz dönemindeki gelir-gider farkı, geçen yıla göre olumsuz yönde % 5,2 arttı. Bu dönemde, kurumun açığı 16 milyar 766 milyon lira düzeyine çıktı. 2009 yılı bütçesinde SGK'nın yılsonu açığının 21 milyar 378 milyon TL düzeyinde olması beklenirken daha ilk altı ayda açık 16 milyar 766 milyon lira oldu.

2007’de 33,4 milyar TL olan bütçe transferleri 2008’de 35,3 milyar TL’yi bulmuştu. SGK'na bütçeden yapılan transferler bu yılın ilk altı ayında yüzde 46 oranında artarak 26 milyar liraya yükseldi. Son 2 yılın deneyimi, ilk 3 ayda bütçeden yapılan transferlerin, yılsonu toplam aktarımların dörtte birine denk geldiğini ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla bu yılın aktarımlarının en az 52 milyar TL’yi bulacağını öngörmek mümkündür.

2009 yılsonu tahminleri:
SGK gelirleri
84 milyar 355 milyon TL
SGK giderleri
105 milyar 733 milyon TL
SGK prim gelirleri
59 milyar 555 milyon TL
SGK’dan ödenen emekli maaşları toplamı
68 milyar 934 milyon TL
SGK sağlık harcamaları
27 milyar 562 milyon TL

Ocak-Temmuz dönemi–2009 (gerçekleşen)
SGK Gelir
44 milyar 196,8 milyon TL
SGK gider
60 milyar 963,3 milyon TL
SGK prim geliri
30 milyar 373,8 milyon TL


I.5)SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNE KATKILAR:

SOSYAL GÜVENLİK DESTEK PRİMİ (01.10.2008 TARİHİNDEN ÖNCE)
(506 Sayılı Kanun Md. 63/B)
Sigortalı Hissesi (%)
İşveren Hissesi (%)
Toplam (%)
SSK Emeklilerinde Prime Esas Kazanç Üzerinden
7,5
22,5
30
Serbest Avukat veya Noterlerde Aylıklardan Yapılacak Kesinti


15
(Bağ-Kur Kanunu/Ek Md. 20)


20
Uluslararası denetim, vergi ve danışmanlık firması KPMG'nin 86 ülkeyi kapsayan ve 2003 - 2009 yılları tarih aralığını baz alan araştırmasının sonuçlarına göre Türkiye'de en yüksek gelir vergisi dilimine uygulanan vergi oranı % 35 iken bu oran, Danimarka, İsveç, Hollanda, Avusturya, Belçika ve Japonya'da % 50 ve üzerinde, Almanya'da % 45, İngiltere, Fransa ve Yunanistan'da %40, ABD'de ise % 35. Bölgesel olarak bakıldığında; en yüksek gelir vergisi, Avrupa Birliği vatandaşlarınca ödeniyor (% 36); bu bölgeyi ortalama yüzde 33.9 ile Asya Pasifik ülkeleri izliyor.
Araştırma ile toplam yıllık brüt geliri 100 bin dolar olan bir çalışanın üzerindeki vergi ve çalışan sosyal güvenlik primi yükleri de belirlendi. Buna göre Türkiye'de bu tutara isabet eden efektif gelir vergisi yüzde 30.5, efektif çalışan sosyal güvenlik primi ise yüzde 4.4 olmak üzere toplam yük yüzde 34.9 ve bu oranla Türkiye 86 ülke arasında 21. sırada yer alıyor. Bu sıralamada Romanya (yüzde 29.9), Çin (yüzde 26.6), Rusya (yüzde 13) ve Bulgaristan (yüzde 12) Türkiye'nin gerisinde kaldılar. Oranın en yüksek olduğu ülkeler ise Slovenya (yüzde 54.9), Hırvatistan (yüzde 53.5) ve Macaristan (yüzde 48.1).

— Devlet memurlarından emekli olanlar kendi nam hesabına çalışsalar dahi emekli aylıklarından herhangi bir kesinti yapılmamakta, bu durumdakiler sosyal güvenlik destek primini kendileri yatırmakta idi. SS ve GSS Kanunu’nun geçici 14. maddesinde yer alan hüküm ile, bu uygulama değiştirilmiş ve 2008 yılı Ekim ayı başından geçerli olmak üzere, emekli aylıklarından sosyal güvenlik destek primi kesilmeye başlanılmıştır. Emekli aylıklarından kesilecek tutar 2009 yılında emekli aylıklarının % 13"ü oranında olmaktadır. 2010 yılında % 14, 2011 yılı ve daha sonraki yıllarda lise % 15 olması planlanmaktadır.
Sigorta Kolları
Prim Oranları %
Toplam
Sigortalı

İşveren

Devlet

Malullük,Yaşlılık ve Ölüm
9
11
5[2]
25
Kısa Vadeli Sigorta Kolları (İş Kaz. ve Meslek Hastalığı, Hastalık, Analık)

1- 6,5

1- 6,5
Fiili hizmet zammı

% 20 MYÖ oranı-na 4/a ve 4/c için farklı bir prim o-ranı eklenecek([3])


Genel sağlık sigortası
5
7,5

12,5
İşsizlik sigortası primi (01.01.2002-……..)
1
2
1
4
İsteğe Bağlı Sigorta Primi
32


32
4/a için Sosyal Güvenlik Destek Primi
7,5
23,5- 29

31- 36,5
3308 sayılı Kanuna tabi Aday çırak, çırak ve meslekî eğitim gören öğrenciler

1

1
Zorunlu staja tâbi tutulan meslek lisesi öğrencileri

1

1
Zorunlu staja tâbi tutulan üniversite öğrencileri

1

1
Türkiye İş Kurumu eğitimlerine katılan kursiyerler

1

1
Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı, Banka Sandığı emeklilerinden 5510/4-b kapsamında işyeri açanlar

% 12





% 3[4]


01.10.2008 Tarihinden Geçerli Olarak Sigorta Primine Tabi Ödemeler[5]
1
Asıl ücret (süreye bağlı, parça başı, götürü, kardan hisse, komisyon ve sair şekillerde belirlenen ve hizmet karşılığı olarak ödenen ana ücret)
19
Öğrenim ve dinlenme yardımı,
2
Askerlik yardımı,
20
Özel hizmet tazminatı,
3
Bayram harçlığı, Bayram yardımı
21
Sakatlık ve hastalık nedeniyle verilen tazminatlar,
4
Belli bir hizmet yılını doldurup işten ayrılanlara (sigortalılığı sona erenlere) ödenen jübile ikramiyesi ve buna benzer sair ödemeler,
22
Seyyar görev tazminatı,
5
Ek görev ücreti, çalışma ödeneği, hizmet zammı, meslek tazminatı gibi isimler altında iş karşılığı ödenen ücret unsurları (mutad olsun olmasın)
23
SSK' dan geçici iş göremezlik ödeneği alanlara, istirahatte bulundukları süre için işverenler tarafından rızaen veya toplu sözleşme gereği olarak yapılan ödemeler,
6
Fazla mesai ücreti,
24
Sünnet yardımı,
7
Gece zammı ve vardiya primleri,
25
Tabii afet yardımı
8
Hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil günleri için hesaplanan ücret,
26
Toplu iş sözleşmesi farkları (farkı oluşturan unsurların niteliğine göre değişir),
9
Her türlü ikramiyeler ( temettü ikramiyeleri, yılbaşı, bayram ikramiyesi dahil.)
27
Yılbaşı parası,
10
Her türlü primler (temininde güçlük zammı, kıdem zammı, jestiyon, seyahat primi dahil),
28
Yıllık izin ve mazeret izni
11
Huzur hakları,
29
Yıpranma tazminatı,
12
İmza sorumluluğu tazminatı,
30
Yol parası (personelin evinden işe gelip gitmesi için nakit olarak ödenen)
13
İş Kanununda belirtilen yıllık iznin kullandırılmamış olması nedeniyle, bu kanuna göre ödenen ve kullandırılmayan izin gün sayısına göre hesaplanan izin ücretleri,
31
Kira, giyecek, yakacak vs. yardımı (nakit)
14
İş riski zammı,
32
Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin yetkisi kapsamında bulunan illerde 4857 sayılı İş Kanununa tabi olarak çalışan elemanlara ek tazminat adı altında yapılan ödemeler
15
İzin harçlığı,
33
Ayakkabı parası,
16
Kreş ücreti,
34
Elbise dikiş parası,
17
Makam tazminatı (veya temsil ödeneği)
35
Özel sağlık sigortalarına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen ve aylık toplamı asgari ücretin yüzde 30'unu geçen özel sağlık sigortası primi ve bireysel emeklilik katkı payları tutarları
18
Mali sorumluluk ödeneği,



İSTEĞE BAĞLI SİGORTALILARIN ÖDEMELERİ GEREKEN PRİM TUTARLARI


Aylık Prim Tutarı
Borçlanma Talep Tarihi
Prim Oranı
Asgari
Azami
01.01.2006-31.12.2006
% 25
132,75 YTL
862,88 YTL
01.01.2007-30.06.2007
% 25
140,63 YTL
914,10 YTL
01.07.2007-31.12.2007
% 25
146,25 YTL
950,51 YTL
01.01.2008-30.06.2008
% 25
152,10 YTL
988,65 YTL
01.07.2008-30.09.2008
% 25
159,68 YTL
1.037,93 YTL
01.10.2008-31.12.2008
% 32
204,38 YTL
1.328,54 YTL
01.01.2009-30.06.2009
% 32
213,12 TL
1.385,28 TL
01.07.2009-31.12.2009
% 32
221,76 TL
1.441,44 TL


ASKERLİK BORÇLANMASINDA ÖDENECEK PRİM
Borçlanma Talep Tarihi
(Malullük, Yaşlılık Ölüm Sigortaları Primi)
Borçlanma Tutarı (Aylık)
01.01.2006-31.12.2006
% 20
106,20 YTL
01.01.2007-30.06.2007
%20
112,50 YTL
01.07.2007-31.12.2007
% 20
117,00 YTL
01.01.2008-30.06.2008
% 20
121,80 YTL
01.07.2008-30.09.2008
% 20
127,80 YTL
01.10.2008-31.12.2008
% 32
204,38 YTL
01.01.2009-30.06.2009
% 32
213,12 TL
01.07.2009-31.12.2009
% 32
221,76 TL

ARA SONUÇ:

2009 Haziran sonu itibarıyla prim gelirlerindeki yavaşlamaya karşın giderlerin sağlık harcamalarından kaynaklı olarak artması SGK'nın yapısal nitelikli bir problemle karşı karşıya kaldığını ortaya çıkarmaktadır. SGK'ya yapılan transferlerin faiz dışı harcamalar içindeki payı % 26 olmuştur. Geçen yılın aynı döneminde bu oran % 22 düzeyindeydi. 2009’da beklenen %6’nın üstünde küçülmenin, vergi gelirlerinde önemli oranda daralmaya yol açacağı beklenmektedir. Sayıları 10 milyonu bulan yeşil kartlı yoksulların sağlık harcamaları, 33 milyon sigorta ve emekli yakınlarının aldığı her tür yardım kalemleri de hedef tahtasındadır.

Hükümet tarafından giderek artan ve kontrol altına alınamayan sağlık harcamaları için "global bütçeleme" yani her mali yıl için sağlık hizmetleri harcama tutarına belli bir sınır konulması, sınırın aşılması halinde de katkı payının artırılması üzerine çalışma yürütülmektedir. Başka bir önlem olarak da ilaçtan alınan katkı payının artırılması gündemdedir.

Ankara Üniversitesi (AÜ) Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hakan Yılmaz'ın yaptığı çalışmaya göre, giderek azalan prim gelirleri, artan sağlık giderleriyle birlikte ele alındığında, SGK mali risk taşıyor. OECD içinde sağlık harcamaları en fazla artan ülkenin Türkiye olduğuna dikkat çekilen çalışmada kamu sağlık harcamaları 2000- 2009 döneminde sabit fiyatlarla %40, gayrisafi yurtiçi hasılaya oran olarak ise %65 oranında arttı. OECD ülkelerinde 1995- 2005 yılları arasında kişi başına reel sağlık harcamalarındaki yıllık artış oranı %3,9 olurken, bu oran Türkiye’de %11 düzeyinde oldu. 2000- 2005 yılları arasında OECD ülkeleri içinde ilaç harcaması en fazla artan ülkelerin başında da Türkiye geldi.

OECD SAĞLIK VERİLERİ 2009

Türkiye 2005’te sağlığa kişi başına 618 dolar harcadı, OECD ortalaması 3 bin dolar düzeyinde oldu.
Türkiye hem kişi başına hem de GSYİH’dan ayrılan pay itibarıyla sağlığa en az para harcayan OECD ülkesi durumunda. En zayıf ülkelerden Meksika ve Polonya Türkiye’den daha iyi konumda bulunuyor.
Geçen yıllarda doktor sayısındaki artışa karşın Türkiye, tüm OECD ülkeleri arasında kişi başına en az doktorun bulunduğu ülke olmaya devam etmektedir. 2006 yılında Türkiye’de her 1000 kişiye 1,5 doktor düşmekteydi, OECD ortalaması 3,1
Türkiye’de 2007 yılında 1000 kişiye sadece 2 hemşire düşmekteydi, OECD ülkelerindeki 9,6’lık ortalamadan çok düşük bir rakam.
2007’de Türkiye’de 1000 kişiye 2,7 hasta yatağı düşüyor, OECD ortalaması 3,8.
OECD ülkelerinde yaşam beklentisi ortalama 79 yıl iken, Türkiye’de yaşam beklentisi ortalama 71,8 yıl,
Türkiye’de 1960’ta 1000 canlı doğumda 190 olan bebek ölümü, 2007’de 20,7’ye düştü. Yine de Türkiye’deki bu oran OECD ortalaması olan binde 4,9’dan dört kez daha yüksek.


II) AİLE HEKİMLİĞİ:

Dört yıl önce ilk Düzce’de başlayan 2009 yılında 59 ilde yaygınlaşması planlanan aile hekimliği 34 İl’de uygulanmaktadır. Pratisyen hekimlere göre daha yüksek ücret alan aile hekimleri için bütçeye uygun meblağ konulması gerekiyordu. Fakat bu yıl yaşanan ekonomik kriz nedeniyle bütçe tasarruf tedbirleri devreye girdi. Maliye Bakanlığı ile yapılan görüşmelerde Bakanlık, bu yıl uygulamanın 40 il ile sınırlanmasına karar verdi.

Aile hekimliğinde sözleşmeli uygulama olduğundan global bütçeden hariç tutulmaktadır. Hükümet tarafından aile hekimliğinin de global bütçeye dahil edilmesi için SGK ile ön anlaşma sağlandı. Aile hekimlerinin aldığı görece yüksek maaşların sistemin maliyetini arttırdığı düşünülüyor. Ancak aile hekimliği sisteminde aile hekimi ile yanında hizmet veren sadece iki personelin maaşları bütçeden ödeniyor. Bu durum Aile hekimlerini SGK ile sözleşmeli çalışacağı dönemden sonlanacaktır. Dolayısıyla Aile hekimi yanında çalışan emekçinin işvereni olacaktır.

Aile hekimlerinin kamuya ait binaları işyeri olarak kullanmaları durumunda kira alınmakta olup, ofislerinin elektrik, su, ısınma, tamir ve diğer cari giderleri aile hekimlerinin kişisel sorumluluğuna bırakılmıştır. Bu nedenle bazı aile hekimleri büro kiralayarak Sağlık Bakanlığı binalarından ayrılmaktadırlar. Manisa örneğinde de görüldüğü gibi doğum yapan Aile Sağlığı Elemanlarına yasal hakları olan süt izni dahi kullandırılmamaktadır.

Aile hekimliği uygulamasına geçilen illerde tüm poliklinikler içinde 1. basamağı kullanma oranı 2. ve 3. basamağa göre %37- 40 düzeyindedir.

Aile hekimliğinin yaygınlaştırılması için verilen krediler:

“Sağlıkta Dönüşüm ve Sosyal Güvenlik Reformu Projesi”nin finansmanı amacıyla Dünya Bankası'ndan 56 milyon 100 bin Euro finansman sağlayan anlaşma 30 Haziran 2009 da imzalanarak resmi gazetede yayınlandı. Proje kapsamında sağlanan finansman 5,5 yılı geri ödemesiz toplam 30 yıl vadelidir. Söz konusu kredinin 53 milyon 10 bin Euro’su Sağlık Bakanlığı'na tahsis edildi, 3 milyon 90 bin Euro’su ise SGK'na kullandırılacak.

Sağlık Bakanlığı ile SGK Başkanlığı tarafından yürütülecek “Sağlıkta Dönüşüm ve Sosyal Güvenlik Reformu Projesi”nin kapsamında, hizmet sunumu ödemeleri, sağlık sistemlerinin performansına ilişkin reformların oluşturulması ve uygulanması konusunda SGK ve Sağlık Bakanlığı'nın etkinliğinin artırılması, bulaşıcı olmayan hastalıkların önlenmesi ve kontrolüne yönelik çıktı-bazlı finansmanın pilot çalışmasının yapılması amaçlanıyor.

Bu çerçevede, aile hekimliği programının genişletilerek 81 İl’e yayılması için Sağlık Bakanlığı'na ekipman ve teknik destek sağlanması, hastane reformunun uygulanmasını desteklemek üzere teknik destek ve eğitim sağlanması, Ulusal İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu, Ulusal Kanser Enstitüsü ve iç denetim yapısının kurulması ve Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı'nın ülke sınırları içinde yer alan tüm önemli sağlık fonksiyonlarından sorumlu ulusal kamu sağlık kurumuna dönüştürülmesi için bu kuruma mali, teknik destek ve eğitim sağlanması gibi konular hedefleniyor.

Aile hekimliği uygulanan Denizli, Isparta, Bayburt ve Gümüşhane’de 1 Kasım 2008’de sevk zinciri zorunluluğu getirildi ancak yerel seçimler öncesi olması, halkın tepkisi ve 1.basamakta sevk dışndaki sağlık hizmetlerinin aksaması vb. nedenlerle uygulanamadı. Bunun üzerine Aile hekimliği olan tüm illerde 1 Ocak 2009’da sevk zincirinin başlayacağı açıklandı daha sonra da Sağlık Uygulama Tebliği’nde (SUT) yapılan değişiklikle 1 Temmuz 2009’a ertelendi. 30 Haziran 2009 tarihinde bir genelge daha yayınlayan SGK sevk zinciri uygulamasını bu kez süre koymadan erteledi.

III)FARKLI İSTİHDAM BİÇİMLERİNDE ÇALIŞTIRMA:

Sağlığın piyasalaştırılması sürecinin bir diğer ayağını sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesi oluşturuyor. Sağlıkta güvencesiz çalıştırma sözleşmeli 4-b, 4-c, 4924, vekil ebe-hemşirelik, gibi farklı statülerle yaygınlaşırken güvencesiz çalışmanın en yıkıcı sonuçları taşeron şirket işçiliğiyle gerçekleşiyor.

III.1)Taşeron çalıştırmanın yaygınlaşması:

İşçi ve emekçilere hiçbir hak tanımadan sömürmenin en “iyi” yöntemi olan taşeronlaşma kamu alanında da kendisini yoğun bir şekilde hissettirmeye başladı. Hükümetin hak gasplarında sınır tanımazlığı sonucu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’ in açıkladığı rakamlara göre kamuda çalıştırılan taşeron işçi sayısı 174 bin 857 ulaştı. Sağlık Bakanlığı ise 108 bin işçiyle ilk sırada yer almaktadır. Hekimlerin taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılması henüz yaygın bir uygulama olmasa da Bursa İl Sağlık Müdürlüğü’nün 22 Nisan 2009’da 3 adet 112 acil istasyonunu içindeki doktor, yardımcı personel ve ambulans şoförüyle ihaleye açması ve bu uygulamanın yaygınlaşacağı açıklaması taşeron şirket işçiliğinin de hekim emeğini ucuzlatmanın aracı olabileceğini gösteriyor. Sağlık emekçileri hizmet alım ihaleleri dışında medikal firmalar aracılığıyla da çalıştırılıyor.



Başta Sağlık Bakanlığı hastaneleri olmak üzere üniversite hastanelerinde de ücret ödemelerinde kronikleşen düzensellikler yaşanıyor. Hacettepe üniversitesi Hastanelerinde temizlik hizmet alım ihalesiyle çalıştırılan 1000 işçi yaklaşık iki yıl boyunca ücretlerini birer ay gecikmeli aldı. Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde işçiler geç yatan ücretleri için iş bıraktılar. Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde de taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılan işçilerin ücretleri gecikmeli olarak yatırılıyor. Mersin Toros Devlet Hastanesi’nde yeni ihale sürecinde 40 yaşını dolduran işçilerin işten çıkarılması ise işten çıkarmaların nereye varabileceğini gösteriyor. Neredeyse tamamı asgari ücrete çalıştırılan taşeron işçiler ilaç ve muayene katkı payları nedeniyle sağlık hizmetlerine ulaşmakta zorlanıyor. Katkı payı, ilaç katkı payları ve yol masraflarıyla birleştiğinde asgari ücretle geçinen taşeron sağlık emekçilerinin sağlık kurumlarına başvurmaları mümkün görünmüyor.

Sağlık Bakanlığı’nın 12 Mayıs 2009 tarihinde “Hizmet Alımlarında Çalıştırılacak İşçi Sayısının Tespiti ve Öngörülecek Ücretler” hakkında çıkardığı genelge ile
· Halen hastanelerde taşeron şirketlere bağlı olarak çalışan sağlık emekçilerinin sayıları azaltılacak, pek çok sağlık emekçisi işsiz kalacak, Uygulamaya emekli olan veya kendi isteğiyle işten çıkan işçilerin yerine yeni işçi alınmayarak başlandı.
· İşçilerin çoğunluğu asgari ücrete mahkum edilirken, sekreterlik, güvenlik meslek gruplarının ücretleri azaltılacak. Kartal Koşuyolu Devlet Hastanesi’nde taşeron şirkete bağlı olarak çalışan 300'ün üzerinde işçinin ücretleri hiçbir bildirim yapılmadan düşürüldü. İşçilerin tepki göstermesi ve Devrimci- sağlık- İş’in tepkileri ile yasal süreç başlatıldı
· Hastanelerde var olan işçiler kadro yetersizliği nedeniyle yıllık izinlerini kullanamazken yine aynı gerekçeyle sağlık hizmetleri gerektiği gibi verilemezken işçi sayılarının azaltılması gerek işçi hakları gerekse sağlık hizmetinin niteliği açısından olumsuz sonuçlar yaratacak.
Hangi işte kaç taşeron işçi çalıştırılacağı hastanenin yatak sayısı, metrekaresi, geliri vb. kriterlere göre belirlenecek. Böylece eskisine göre tüm birimlerde çalışan işçi sayısı (%20- 30 civarında) düşürülecek. Ücretler ağırlıkla asgari ücret seviyesinde sabitlenecek. Halen birden fazla işçinin işini yapmak zorunda olan taşeron işçiler, daha yoğun ve ağır koşullar altında çalışmaya zorlanacak. Çalışan sayısının azalması nedeniyle yurttaşların aldığı hizmetlerin kalitesi düşecek.

Taşeron şirketler aracılığı ile sağlık çalışanı istihdam edilmesi iki temel sonuç ortaya çıkarmaktadır:1- Kamusal bir hizmet olan ve süreklilik, bütünlük ve istikrarın esas olduğu sağlık hizmetinin bölünüp parçalanarak taşeron firmalar eliyle gördürülmesi sağlığın doğasına aykırı olup, sağlık hizmetinin niteliğini olumsuz etkilemektedir.
2- Taşeron çalıştırma biçimi sağlık çalışanlarının en temel haklarını ortadan kaldırmakta ve aynı işyerinde aynı işi yapan kadrolu çalışanlarla eşitsiz koşullar yaratması nedeniyle başta Anayasa’nın ve uluslar arası diğer sözleşmelerin eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.

III.2)Sözleşmeli personel alımı:

Bakan Başesgioğlu'nun verdiği bilgiye göre kamu kurum ve kuruluşlarında; 1 milyon 717 bin 515'i memur, 129 bin 343'ü sözleşmeli personel olmak üzere toplam 1 milyon 846 bin 858 kişi çalışıyor. Sözleşmeli personelin 106 bin 809'unun 4/B kapsamında.

4/C maddesine göre çalıştırılan geçici personelin de bir yıldan az süreli ve mevsimlik hizmetlerde istihdam edildiği ve Aralık 2008 itibariyle 4/C kapsamında 23 bin 56 kişinin olduğu ifade edilmektedir. Sağlık Bakanlığı ise 51.026 ile en çok sözleşmeli personel çalıştıran kurum olarak dikkat çekiyor.


MEMUR
SÖZLEŞMELİ PERSONEL
Genel Bütçeli kurumlar
1 milyon 493 bin 439
90 bin 693
Özel bütçeli kurumlar
185 bin 156
9 bin 645
Sosyal güvenlik kurumları
26 bin 256
213
Döner sermayeli kurumlar
8 bin 139
28 bin 745
Diğer
4 bin 525
47
TOPLAM
1 milyon 717 bin 515
129 bin 343


IV) SS ve GSS YASASININ YOLAÇTIĞI HAK KAYIPLARI, SOSYAL YIKIMLAR:

1- 1 Ekim 2008 tarihli SS ve GSS Kanunu’yla, sigortalıların bakmakla yükümlü oldukları aile fertlerinin hak sahipliği yeniden düzenlendi.
18 yaşını dolduranlardan eğitimlerine devam etmeyenlerin, anne ve babaları aracılığı ile sağlık yardımlarından yararlanma hakkı kaldırıldı. 1 Ekim 2008’den sonra 18 yaşını doldurup 2008- 2009 döneminde üniversiteyi kazanamayan kızlar ana ve babalarının sigortalılığından yararlanamayacaklar. Kız ve erkek çocukları 18 yaşını doldurduktan sonra eğitime devam etmeleri halinde ortaöğretimde 20 yaşına, yükseköğretimde 25 yaşına kadar anne ve babaları üzerinden sağlık hizmeti alabilecek. Yoksa sağlık hizmeti alabilmek için ‘primlerini kendileri ödeme’, ‘sigortalı biriyle evlenme’, ‘iş bulup çalışma’, ‘yoksul olduğunu kanıtlama’ seçeneklerinden birini değerlendirmeleri gerekecek.
Yeni hesaplama endeksleri ile emekli, dul, yetim maaşları düşürülmüştür. İşyerlerinin çoğunda çocuk ve bebek bakımı olanakları yoktur. SSGSS ile annelik yükümlülüklerinin yerine getirilmesi zorlaştırılmıştır. Öte yandan, SSGSS ile birlikte, evli olmayan kadınların ana-babaya bağlı aylık ve sağlık olanaklarından yararlanma hakları ellerinden alınmıştır. Kadınların istihdamdaki yerlerinin güvencesiz ve süreksiz olması, ebeveynlerine bağlı haklarını yitirmeleri, kendi ayakları üzerinde durma olanaklarını ellerinden almaktadır.

2- Meclis’in Sağlık Harcaması 64,5 Milyon TL
Vatandaşa gelince “tasarruf” istenip, katkı payları artırılırken, TBMM’nin bir yıllık sağlık harcamasının 64,5 milyon TL olduğu ortaya çıktı. Rapora göre; 2008 yılında milletvekili, personel ve bakmakla yükümlü oldukları kişilere ait, toplam 64 milyon 405 bin 089 TL tutarında 138 bin 713 adet sağlık faturası düzenlendi. Bu faturalara ait bilgiler, gerekli incelemeler yapıldıktan sonra Meclis bünyesinde oluşturulan “Sağlık Harcamaları Bilgi Sistemi”ne kaydedildi. Parasal değeri 2 milyon 749 bin 428 TL tutan 3 bin 306 adet tedavi faturasında eksiklikler tespit edildi. Bu eksikliklerin giderilmesi için faturalar, hak sahiplerine ve ilgili sağlık kurum ve kuruluşlarına geri gönderildi. 17 milyon 345 bin 066 TL tutarında 79 bin 791 adet tedavi faturası için “Ödeme Emri Belgesi” düzenlenirken, 42 milyon 996 bin 631 TL tutarındaki 33 bin 699 adet tedavi faturası ise, tıbbi yönden incelenmesi ve haklarında “Tıbbi İnceleme Tutanağı” düzenlenebilmesi için Meclis Baştabipliği’ne gönderildi.

3- Sağlık hizmeti hızla özelleşiyor!
Türkiye'de 820 kamu, 420 özel hastane faaliyet göstermektedir. Türkiye'deki sağlık hizmetinin %30'unu karşılayan özel hastaneler 10 milyar TL'lik bir sektörü oluşturmaktadır. 2006'da revize edilen sağlık politikaları ile SGK'lı hasta kabulüne başlayan özel hastanelerin 2003'de toplam %8 olan sağlık hizmetlerindeki payları %30 seviyesine yükselmiştir. 2006'da yüzde 80'i İstanbul'da olmak üzere 250 özel hastane bulunuyorken, 2009'da bu rakam 420'ye yükseldi. Bazı hastaneler zincirleşirken, sektör dışından yatırımcılar da sağlıkçı oldu.

4-Katkı ve katılım payı:
Yasa ile sağlık sigortası primi ödemenin dışında, alınan sağlık hizmetine göre katılım payı ödeme zorunluluğu getirildi. Muayene ve tedavi ücretlerinin yanı sıra ilaç, iyileştirme araç ve gereçleri de ayrıca ücretlendirildi. Eylül 2009 da yapılan son düzenleme ile birinci basamak sağlık kuruluşlarında her muayene için 2 lira, ikinci ve üçüncü basamak sağlık kuruluşlarında 8 lira ve özel sağlık kurumlarında 15 lira alınacak. Yatarak tedavilerde de katlım payı alınmaktadır. Eşitsizlikleri gidereceğini, sağlık hizmetlerine ulaşımı kolaylaştıracağını ve herkesi genel sağlık sigortası ve sosyal güvenlik kapsamına alacağını, bunun için de yurttaşa ek bir yük getirmeyeceğini söyleyenlerin cilaları artık dökülmektedir.

5- Rapor ve reçetelerin geçerlilik sürelerinin azaltılması:
Hastalara verilen rapor ve reçetelerin sürelerinde kısıtlamaya gidildi. Tedavileri uzun süren hastalar için verilen süresiz raporların geçerlilik süreleri en fazla iki yıla indirildi. Aynı uygulama çerçevesinde, bazı ilaçların kullanımı daha da kısıtlanarak 6 aya düşürüldü. Uygulama uzun süreli tedavilerde, kronik hastalarda, özellikle yaşam boyu ilaç kullanmak, tedavi görmek durumunda kalan hastalar ya da engelliler için her seferinde rapor alabilmek için zahmetli bir süreç izlenmesi anlamına geliyor. Yazılan ilaçlar 1 kutu ile antibiyotik vb. ilaçlar 10 günlük tedavi dozuyla sınırlandırıldı. Birçok ilaç SGK ödeme kapsamından çıkarıldı.6- Fizik tedavi ve rehabilitasyona sınırlama getirilmesi:
Birçok hastalığın tedavisi için gerekli olan fizik tedavi sürelerine ve miktarına da sınırlama getirildi.

7-Tıbbı malzeme teminindeki kısıtlamalar:
Kurumlardan sağlanan ya da kurum tarafından ödemesi yapılmak üzere temin edilen sağlık malzemelerinin yenilenme süreleri olması gerekenden daha uzun tutuldu. Süreğen hastaların ve engellilerin sürekli kullandıkları bazı tıbbi malzemelerin miktarlarında kısıtlamaya gidildi. Bazı tıbbi malzemelerin karşılanan bedelleri düşürüldü.

8- Diğer düzenlemelerin bir kısmı ise şöyle;
Emekli aylıkları enflasyon değişim oranı kadar artırılacak, emeklilere refahtan pay verilmeyecek. Emekli aylıklarının hesaplanmasına ilişkin kazançların güncellenmesinde, 1 Ekim'den sonraki çalışılan süreler için gelişme hızının yüzde 100'ü yerine yüzde 30'u dikkate alınmaktadır.
1 Ekim'den sonra sigortalı olup emekliliği hak eden biri, sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışamayacak. Emekli biri çalışmak istediğinde emekli aylığı kesilecek.
Gazeteciler, matbaa işçileri, gemi çalışanları, uçuş personeli, kaynakçı, şeker sanayi çalışanları, posta dağıtıcısı gibi meslek gruplarının "yıpranma hakkı" olarak bilinen fiili hizmet süresi zammı kaldırıldı. Sürenin hesaplanması ise fiilen çalışılan günler üzerinden yapılmakta resmi tatil, yıllık izin, şua izni vb. izin günleri bu süreye dahil edilmemektedir. 1 Ekim 2008 den itibaren 657- 4/B lilerde bu haktan yararlanır olmuştur.
İsteğe bağlı sigorta primi ödeyenler prim ödedikleri sürelerde, Bağ-Kur sigortalılığından yararlanmaktadır.
Başkasının sürekli bakımına muhtaç derecede özürlü çocuğu bulunan kadın sigortalılara, 1 Ekim sonrası geçen hizmet sürelerinin dörtte birinin hem prim ödeme gün sayılarına eklenmesi hem de emeklilik yaşından indirilmesi getirildi.
Kadın sigortalılar, doğumdan sonra işten ayrılmış olmaları ve çocuğun yaşaması şartıyla en fazla 2 defa azami 4 yıllık süreyi borçlanabilecektir.
Çalışan tüm sigortalıları kapsayacak şekilde, iş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle yüzde 25 ve daha yukarı oranda sakat kalan işçilere bağlanan gelirlere uygulanmakta olan alt sınır kalkmış, böylece 1 Ekim'den sonra sakat kalan işçiye ödenecek gelir, 1 Ekim'den önceki miktarın önemli oranda gerisinde kalmıştır.
İş kazası, meslek hastalığı, acil haller gibi durumlarda, Bağ-Kur'lunun sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi için, borcunun olup olmadığına bakılmaktadır.
“Aile içindeki kişi başı geliri asgari ücretin üçte birinden az olanların, vatansızlar ve sığınmacıların, 65 yaş veya özürlü aylığı, şeref aylığı, vatani hizmet aylığı, terörle mücadele aylığı alanların, harp malullerinin, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından bakılan çocukların, köy korucularının, dünya ve olimpiyat şampiyonlarının Genel Sağlık Sigortası primleri devlet tarafından karşılanacak” denildi, ancak halen hayata geçmedi.
18 yaş altı tüm çocuklara ücretsiz sağlık hizmeti verileceği sürekli propaganda olarak kullanıldı ancak yasada net biçimde yer almadı ve bu nedenle sağlık kuruluşlarına alınmayan çocuk hastalar basına sık sık yansımakta.
1 Ekim 2008 sonrası emekli olan SSK ve Bağ-Kur kapsamındakilerin emekli maaşları düştü.
Emekli olma yaşı 65’e yükseltildi. Türkiye’de beklenen ortalama yaşam süresi ise 71 yıl.

9-Temmuz 2009 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 5917 sayılı torba kanun ile
Tıp eğitimi, hizmet basamağı, alt yapı ve kaynak kullanımı ile maliyet unsurları dikkate alınarak sağlık hizmeti sunan kurum ve kuruluşlar, verdikleri sağlık hizmetlerinin fiyatlandırılmasına esas olmak üzere sınıflandırılabilir ve bu sınıflandırmalar dikkate alınarak sağlık hizmetleri için farklı fiyat tespit edilebilir hükmü getirilmiştir. Yani hastaneler verdiği hizmete ve ücretine göre sınıflanacaktır.

Sağlanacak sağlık hizmetleri nedeniyle oluşacak bedelin ilgililerin kurumlarınca ve kendileri tarafından karşılanacak kısmının belirlenmesinde, sağlık hizmetinin niteliği itibarıyla hayati öneme sahip olup olmaması, kanıta dayalı tıp uygulamaları, maliyet-etkililik ölçütleri ve devletin mali kaynaklarının yeterliliği dikkate alınır hükmü getirilmiştir. Bu hükümle de her şeyin mali karşılanabilirlik ve kar olduğu bir kez daha resmi olarak ifade edilmiştir.

10-Sağlık Uygulama Tebliği (SUT)

1 Temmuz 2008 tarihinden sonra yapılan düzenlemeler ile
SGK ile anlaşma yapan özel hastanede reçetesi yazılan her hasta için hastane yaklaşık 27 TL+9 TL katılım payı olmak üzere 36 TL kazanmaktadır. Hasta eğer devlet hastanesine gider ve ayakta tedavi edilirse, maliyeti ortalama 27.21 TL düzeyinde olmaktadır. Özel hastane tercihinde ise bu rakam ortalama 33.16 TL'ye kadar yükselmektedir.
Raporunda yer alan teşhis “ailevi hiperkolesterolemi (kolesterol yüksekliği)” olmayan hastalar kolesterol ilaçlarını alırken katılım payı ödeyeceklerdir. Yani ailesinde kolesterol hastalığı bulunmayanlar ve rapor teşhisi “hiperkolesterolemi, hiperlipidemi” (kanda dolaşan yağ-lipit miktarı artışının bilimsel olarak tanımlanması) olarak belirtilen hastalar, raporları olmasına rağmen çalışıyorlarsa yüzde 20, emekli ise yüzde 10 ilaç katılım payı ödemek zorundadırlar.
Üniversite hastanesinde ayaktan tedavinin maliyeti ortalama 63.94 TL'yi bulmakta, 3. basamak tam donanımlı sağlık kurumlarında ortalama hasta tedavisinin maliyeti ise 42.29 TL. dir.
Üniversite hastanesinde yatarak tedavi olmanın maliyeti 2009 yılının ilk 4 ayında ortalama 1.267 TL oldu. Söz konusu rakam, devlet hastanesinde 444,34 TL iken, 3. basamak sağlık kuruluşlarında 754 TL düzeyinde gerçekleşmekte. Özel hastanelerde ise yatarak tedavinin maliyeti 772,92 TL düzeyindedir

SGK’da çalışan hekimler, kestikleri her faturadan prim veya yüzde almaktadır. Bu uygulama SGK yetkilileri tarafından, hastanelerin yaptıkları gereksiz veya fazla tedavi ücretlerini kesmek olarak gösterilmektedir. Öte yandan sağlık kuruluşlarındaki personelin temel ücreti çok düşük tutulmakta ve yaptığı işlemler üzerinden performans ücreti ödenmektedir. Aynı zamanda hastanelerin gelirinin çok önemli kısmı da döner sermayeden karşılanmaktadır. Sonuçta karşılıklı güvensizlik üzerine oluşturulmuş bir sistemin mağdurları hem hastalar ve hasta yakınları, hem de sağlık emekçileri olmaktadır.
Sağlık Bakanlığı verilerine göre vatandaşların halen devlet hastanelerine yaklaşık 60 milyon TL borcu bulunuyor. Bunun 15 milyon lirasını, her biri 100 TL'nin altındaki alacaklar oluşturuyor. Üniversite hastanelerinin alacakları ile birlikte söz konusu borcun 20 milyon TL civarında olduğu tahmin ediliyor.


SONUÇ:

SS ve GSS yasası ile Sağlık Hizmetine Ulaşma ve Yararlanma Hakkı İhlâl Edilmektedir.

Sağlıklı yaşam temel bir insan hakkıdır. Sağlığımız için ulaşmamız gereken hizmetler ise bu hakkın gereğinin yerine gelmesini sağlar. Sağlık hakkını anlamlı kılan, sağlık hizmetlerine ücretsiz ve nitelikli ulaşma ve yararlanmadır.
Sağlık hizmetleri en genel kapsamıyla; sağlığı koruyucu, geliştirici, hastalıkları önleyici, erken tanı, doğru ve etkin tedavi hizmetlerini, sağlıklılık haline tüm olarak ulaşılamayan durumlarda, mevcut halin yaşamla bağdaşır halde tutulmasını sağlayacak rehabilitasyon ve esenlendirmeyi, sağlıkla ilgili genel ve özel toplum eğitimini, acil sağlık hizmetlerini içerir. Bu hizmetlere ulaşmak ve yararlanmak her insanın hakkıdır. Bu hizmetleri bireysel olarak bir karşılık, “bedel” ödeyerek sunmak,“hak olmak”tan çıkarmak demektir.
Genel Sağlık Sigortası; “prim” adı altında “önceden ödenen” bir bedel karşılığında bu hizmetlerden yararlanılması demektir. Hatta prim ödemek de yetmemekte tedavinin her aşamasında cepten ödeme istenmektedir. GSS ile sağlık hak olmaktan tamamen çıkarılmış, “satın alınan bir hizmet” olmuştur. Bu nedenle GSS uygulamasına temelden karşıyız ve bu uygulamayı bir “hakkın ihlâli” olarak görüyoruz.

SS ve GSS toplumsal ihtiyaçlar ve kaynaklar göz önünde bulundurularak hazırlanmış bir reform programı değildir.

Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası ile yaptığı yapısal uyum ve kredi anlaşmalarının temel şartı sosyal güvenlik ve sağlık politikalarının, “pazarlanabilir” hale getirilmesiydi.

Dünya Bankasının 1987 yılında hazırladığı “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlığın Finansmanı: Bir Reform Ajandası” başlıklı rapor Türkiye’de sağlıkta neo liberal reform uygulamalarına temel teşkil etmiş ve katkı payını da ilk kez gündeme getirmiştir.
1990 yılında hazırlanan “Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Projesi” ile sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve piyasalaştırılması için gerekli kredi desteği verilmiştir.
Daha sonra 1993 yılındaki “Dünya Gelişme Raporu: Sağlıkta Yatırımlar” başlıklı raporda temel hizmet paketi uygulaması gündeme getirilmiştir.

Neoliberal müdahalelerle üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda olduğu gibi Türkiye’de de sağlık hizmetleri “reform” ve “dönüşüm” adı altında özelleştirilmekte, ticarileştirilmekte, sağlık kar alanı haline hastalar da “müşteri” konumuna getirilerek sağlık hizmetlerinin kamusal finansmanı yerine özel rekabet ve piyasa güçlerine dayanan bir finansman biçimi dayatılmaktadır.

“Sağlıkta Dönüşüm Programı” olarak kamuoyuna lanse edilen program hem sağlık hizmeti verenler hem de sağlık hizmetlerinden faydalananlar açısından tam bir yıkım programıdır. Programda iki temel üzerine oturtulan “Dönüşüm” olgusu şimdiye kadar büyük oranda merkezden ve kamu eliyle yürütülen sağlık hizmetlerinin tasfiyesi ve özel sektöre devredilmesine dayandırılmaktadır.

SS ve GSS toplumun tümü için güvence sağlamamaktadır. Dolayısıyla genel bir sağlık sigortasından bahsedilmesi mümkün değildir. Herkesi kapsayacağı iddia edilen Genel Sağlık Sigortası, kayıt dışı çalıştırılanları ve primini ödeyemeyenleri, işsiz olduğu halde resmi işsiz olarak kabul edilmeyenleri, yoksul olduğu halde resmi olarak yoksul kabul edilmeyenleri kapsamamaktadır.

SS ve GSS ile birlikte ücretsiz sağlık hizmeti tümüyle bitirilmektedir. İster kayıtlı, ister kayıt dışı, isterse yeşil kartlı olsun herkesten katkı payı alınmaktadır. Cepten ödemeler artmaktadır. Ödenen vergiler yanında sağlık hizmetleri için prim ödenmektedir. Bu da yetmemekte üstüne katkı payı ödenmektedir.

• Vatandaşların “katılım payları”nı ödeyememeleri ve cepten ödemeleri karşılayamamaları hizmet almaktan kaçınmalarına veya gecikerek hizmet talep etmelerine yol açabilmektedir.
• Sistemin bu şekilde devam etmesiyle;
• Özel sağlık sigortalarına teşvik artacak,
• Sosyal güvenlik kurumundan kaçış hızlanacak,
• SGK, bir yoksulluk yönetimi kurumuna dönüşecektir.

ACİL ÇÖZÜM ÖNERİLERİMİZ:

Bugüne kadar hükümet tarafından dayatılan; kriz, sağlık ve sosyal güvenlik politikalarının her birisi çözümsüzlüğün asıl kaynağı olmuştur. Her birisi sermayeyi koruyan, halkı mağdur eden karakter taşımaktadır. Oysa gerçek çözüm yolları vardır. Bunun için acilen;

1) Krizin kaynağı kar hırsına dayalı sermaye politikaları olmasına rağmen krizin bedeli yoksul halk kesimlerine ödettirilmemelidir. Oysa yapılması gereken sermayenin vergilendirilmesi, işsiz ve yoksul kalan yığınlara yurttaşlık gelirinin sağlanmasıdır.
2) İşsizler ve yoksullar başta olmak üzere temel insani gereksinimler ücretsiz karşılanmalı, sağlığı etkileyen tüm toplumsal koşullar iyileştirilmeli; beslenme, barınma, hijyenik su, eğitim, sağlık… vb. haklar ücretsiz sağlanmalıdır.
3) Kamusal bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi kurulmalıdır. Bunun için SS ve GSS Yasası iptal edilmeli, uygulamaları derhal durdurulmalıdır.
4) SS ve GSS Yasası yerine sosyal, dayanışma esaslı bir sosyal güvenlik yasası çıkarılmalı, emeklilik yaşı, prim gün sayısı azaltılmalıdır.
5) Kayıt dışı çalışma mutlak engellenmeli, yaklaşık 11 milyonluk çalışanlar yığını derhal sağlık ve sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdır.
6) Genel Sağlık Sigortası yerine sağlık hizmetleri vergilerden finanse edilmeli, kamudan özele kaynak aktarımı durdurulmalıdır.
7) Özel sektör teşvikleri durdurulmalı, kamusal kaynaklar sağlık alanındaki kamusal yatırımlara yönlendirilmeli ve kamulaştırma esas alınmalıdır.
8) Aile hekimliği uygulamalarından vazgeçilmeli, yerine koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen kent örgütlenmesi güçlendirilmiş birinci basamak yaratılmalı, hizmetin hiçbir aşamasında ücret talep edilmemelidir.
9) Sevk sistemi sağlık sisteminin olmazsa olmazıdır. Tedavi ve teknoloji tüketimini artıran uygulamalardan vazgeçilerek sevk sistemi kurulmalıdır.
10) Aşı ve ilaçta küresel tekellere bağımlılık azaltılmalı, toplumsal ihtiyaçlara uygun, bilimsel yatırımlar yapılmalıdır.
11) Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin parçalı, esnek, güvencesiz, kadrosuz, farklı statülerde istihdamına son verilmeli, kadrolu güvenceli çalışma sağlanmalıdır.
12) Bir işyerinde 25 kat’a ulaşan ücret adaletsizliği giderilmeli, temel ücret asa alınarak yükseltilmelidir.
13) Sağlık çalışanlarının sağlığını tehdit eden etmenler kaldırılmalı, meslek hastalığı tanımı yapılmalı, fiili hizmet süresi zammı kapsamı genişletilmeli, işyeri sağlık birimleri kurulmalıdır.





[1] TEPAV İstikrar Enstitüsü tarafından hazırlanan Mali İzleme Raporu 2009 Yılı Mayıs Haziran Ayları Bütçe Sonuçları

[2] Devlet, Kurumun ay itibarıyla tahsil ettiği malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları ile genel sağlık sigortası priminin dörtte biri oranında Kuruma katkı yapar. Devlet katkısı olarak hesaplanacak tutar talep edilen tarihi takip eden 15 gün içinde Hazinece Kuruma ödenir.

[3] 4/(a) sigortalıları için, 1- 3 puan ilave edilecek. 4/(c)sigortalıları içinse uygulanacak 3- 10 puan eklenerek hesaplanacaktır.

[4] 2008 yılında % 12, takip eden her yılın Ocak ayında bir puan artırılarak en fazla % 15 oranında uygulanacaktır.
[5] Bu tablo Eski SGK Başmüfettişi Resul Kurt tarafından hazırlanmıştır.

14 Eylül 2009 Pazartesi

WALTER BENJAMIN

Walter Benjamin'i Okumak:
"Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var,bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... ama cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. işte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır"(Walter Benjamin-Tarih Felsefesi Üzerine ,Tezler 9. fragman).

FOTOGRAF siteleri

http://www.fotografya.gen.tr/previous.html
http://www.fotoroportaj.org/anasayfa.htm

dilin masumiyeti

"Adem'in Cennet'teki görevlerinden biri de her yaratığa ve şeye isimlerini verip dili icat etmiş olmasıydı. Bu masumiyet döneminde, onun dili dünyanın da kolayına gelivermişti. Sözcükleri gördüğü şeylere öylesine iliştirilmiş, o şeylerin özlerini açığa vurmuş, onlara hayat vermişti. Bir nesne taşıdığı isimden kopuk değildi. Gel gelelim, cennetten kovulma sonrası için geçerli değildi bu. İsimler niteledikleri nesnelerden koptular; sözcükler yerlerini gelişigüzel işarete bıraktı; dilin Tanrı'yla ilişkisi kesildi. Dolayısıyla, Cennet'in öyküsü yalnızca insanın değil, dilin de cennetten kovulmasını belgeler." (Cam Kent-Paul Auster, s. 50)

18 Ağustos 2009 Salı

Arap Müziği


J. Racy*
Çeviren: Derya Gümüş

Arap müziği, Arap dünyasının müzikle ilgili felsefelerini, yaklaşımlarını, toplumsal bağlamlarını olduğu kadar; müzik tarihini, tezlerini, türlerini ve enstrumanlarını da içine alan çok geniş bir kavramdır. Bu müzik Atlas Dağlarından Afrika Sahrasına, Körfez bölgesinden Fırat kıyılarına kadar uzanan devasa bir coğrafi alanı kapsar. Birliği ve çeşitliliği pek çok yönüyle ortaya koyan bu müzik, hem uzmanların hem gösteri sanatları meraklılarının ilgisini çekmiştir.

Birlik, aynı müzikal mirası paylaşmanın yanı sıra çeşitli Arap müzik geleneklerindeki ortak öğelerin varlığından ileri gelir. İster Fas’lı ya da Mısır’lı, ister Irak’lı olsun; Araplar bugünü kaynağını ilkçağlardan alan ancak, 8. ve 13 yüzyıllar arasında gücünün doruklarına ulaşmış İslam İmparatorluğu döneminde daha karmaşık ve canlı bir yapı kazanan bir müzikal miras ile tanımlayabilirler.

İslam’ın Arap yarımadasından yayılmaya basladığı 7. yüzyılın ortalarından günümüze kadar, Arap müziği bir bölümü tamamiyle kültürel ve fikri, diğer bölümü politik, beş temel aşama ile şekillenmişir.

I)Asimile Edilen Kültürlerle Etkileşim

İlk aşama İslam’ın doğduğu ilk yüzyıllarda, Emeviler yönetimi altındaki Suriye (661-750) ile Abbasiler yönetimi altındaki Irak’ta (750-909) kozmopolitan kültürel merkezlerin ortaya çıkması ve gelişmesi ile gerçekleşmiştir. Bu yüzyıllarda ortaya çıkan bu etnik harman Arabistan müziğini Suriye, Mezapotamya, Bizans ve İran müzikleri ile yakın bir etkileşime soktu. Bu etkileşim yeni Arap müziklerinin doğması ile sonuçlandı. Bu yeni müzik, şarkıların Kuran’ın dili ve Arap İmparatorluğunun ortak dili (linguafranca) Arapça ile okunması ve yazılması geleneği gibi güçlü yerel öğelerin korunduğu, ancak yeni tonlamaların ve müzikal enstrümanların kullanıldığı bir müzik oldu. Bu müziğin öncüleri ve takipçileri arasında Persler (İranlılar) ve diğer Arap olmayan milletler vardı.


Sarayın zenginleşmesi ve fethedilen yerlerin dünyevi görkemiyle karşılaşma, Arap devlet adamlarının humanist bir anlayışla beraber, sanatsal ve entellektüel bir hoşgörü geliştirmelerinin yolunu açtı. Çok kısa bir zaman içinde, erken dönem müslümanların müzik ve müzisyenlere karşı geliştirdikleri antipatinin aksine, şair ve müzisyenlerin saray tarafından himaye edilmesi yaygın uygulama halini aldı. Bu dönemin Abbasi halifelerinden özellikle El-Mehdi (iktidarı: 775-85) ve El-Emin (iktidarı: 809-13) müziğe düşkünlükleri ile nam salmışlardır. Erken dönemlerin yaygın figürü olan köle kadın şarkıcıların (kuynat) aksine, yeni dönem saray şarkıcıları genellikle iyi eğitimli ve altyapısı parlak kişilerdi. Müzisyen ve uzman kimliğiyle öne çıkan bu kişilere örnek olarak Prens İbrahim el-Mehdi (779- 839) ve İshak el-Mavsili (767- 850), ud virtiözü ve ayrıca İshak’ın amcası olan Zalzal (ölümü:791) verilebilir.

II)Klasik Geçmiş ile Etkileşim

İkinci aşamanın en belirgin özelliği, İslam dünyası âlimlerinin, çoğunluğu Antik Mısır ve Mezapotamya mirasından etkilenerek ya da esinlenerek yazılmış Antik Yunan eserleri ile tanışmasıdır. Bu tanışma 9. yy.’da Abbasi Halifesi el Ma’mun (iktidarı: 813-33) döneminde başlamıştır. El-Ma’mun Türkçe’ye “bilgelik evi” olarak tercüme edilebilecek Beyt el-Hikmet’in kurucusudur ve bu bilim yuvası Pisagorcu alimlerin müzik ile ilgili incelemelerinin yanı sıra; Eflatun, Aristoteles ve Plotinus’un da eserlerinin içinde bulunduğu geniş bir Antik Yunan külliyatının Arapça’ya tercümesi için hizmet vermiştir.

Klasik Yunan ile tanışma, Arap kültürü üzerinde derin ve kalıcı izler bıraktı. Arapça seçkin filozofların, âlimlerin ve fizikçilerin yazdıkları eserler ve yaptıkları incelemeler ile zenginleşti ve genişledi. Müzik, ya da Yunancadaki karşılığı ile söylersek el-musika; matematik ve geometri ya da astronomi gibi müstakil bir disiplin olarak ortaya çıktı. Bunun yanı sıra, Arapçaya tercüme edilen Yunan eserleri, günümüze kadar kullanılmaya devam eden bir müzik terminolojisinin de oluşmasına katkı sağladı.

9. ve 13. yüzyıl Arap dünyasında ortaya konan eserler ve incelemeler Yakın Doğu müzik geleneğinde kalıcı etkiler yaratmış ve günümüze kadar uzanan değişik dönemlerde müzik adamlarına ve uzmanlarına ilham kaynağı olmuştur. İbn el-Müneccim (ölümü: 912) sekiz melodik dizi sisteminin tanımını yaparak bu müziğe katkı sağlayan erken dönem alimlerinden biri olmuştur. Geliştirdiği sistemde her dizinin kendine ait diyatonik bir ölçüsü vardı ve bu sistemde bir oktav Pisagor’un yarım ve tam ses aralıklarına karşılık geliyordu.

Bu müziğe katkı sağlayan bir diğer alim El- Kindi (ölümü: 873) idi. El-Kindi ses aralığını yükseltmek için dört telli ud’a beşinci telin eklenmesi fikrini ortaya atmıştır. Ud icrası ile ilgili geliştirdiği fikirlerin yanında El-Kindi müziğin kozmolojik çağrışımları konusunu da detaylı bir şekilde ele almıştır. Bu dönem adını anmadan geçemeyeceğimiz bir diğer önemli isim ünlü “Kitab el Musica el-Kebir” (Büyük Müzik Kitabı) eseri ile tanınan Ebu Nasr el-Farabi’dir. El-Farabi bu kitabında çeşitli perde sistemlerinin yanı sıra, belli mikrotonları ya da nötral aralıkları çalmaya uygun yeni bir diyatonik perdeleme sisteminin de sunumunu yapmıştır. Aynı zamanda ünlü bir filozof ve fizikçi olan İbni Sina (ölümü: 1037) ile melodik dizilerin sistemleştirilmesine büyük katkılar sağlayan Safi ad-Din el-Urmavi (ölümü: 1291) de Arap müziğine katkılarından dolayı hatırlanması gereken diğer isimlerdir.

III) Ortaçağ Avrupa’sı ile Etkileşim

Arap müziğinin gelişimini etkileyen üçüncü büyük aşama, İspanya’nın islam hakimiyeti altına girmesi (713-1492) ile sonuçlanan, Avrupalılarla müslüman Yakın Doğu’yu karşı karşıya getriren 11., 12. ve 13. yüzyıllardaki haçlı seferleri sırasında gerçekleşmiştir. Bu karşılaşma hem Avrupa hem Arap medeniyeti üzerinde derin etkiler yarattı. Doğunun bilimsel birikiminin İspanya’nın müslüman üniversitelerine taşınmasının Hıristyan Batı’yı etkilediği ve Arapçe eserlerin; Yunan eserleri üzerine yazılmış incelemeler de dahil olmak üzere, batı dillerine çevrilmesini tetiklediği bilinen bir gerçektir. Yakın Doğu müziğinin Batı müziğini ne yönde ve çapta etkilediğini kesin olarak saptayamamakla birlikte, Julian Ribera, Alois R. Nykl ve Henry George Farmer gibi uzmanlar bu etkinin ritimden şarkı formlarına, müzik teorisi ve terminolojisinden müzikal enstrümanlara kadar uzanan çok geniş bir alanda gerçekleştiğini iddia etmişlerdir.

Mağrip İspanyası’nın Arap müziği üzerindeki etkisi derin ve çok kapsamlı olmuştur. Doğulular’ın yeni bir mekâna uyum sağlamaları ve Doğu bilim ve edebiyatının Sevilla, Granada ve Cordoba sarylarında örnekleri görülebilecek görkem ve zenginlik ile kaynaşması, Endülüs’ün sanatsal yaşamına yeni ilham kaynakları oluşturdu.

Mağrip İspanya’sı ayrıca romantik konulu olaylar ve nakaratlı özel stropfik metinlerden oluşmuş bir yazınsal müzik formununun gelişimine de tanıklık etmiştir. Bu form, beyit ya da dizelerde yalnızca bir şiirsel ölçü veya yalnızca bir uyaklı yapının kullanıldığı klasik Arap kasidesi formundan oldukça farklıydı. Büyük şairlerin sıklıkla kullandığı muvaşşah formu, bir müzik formu olarak da ortaya çıktı ve bir müzik formu olarak Kuzey Afrika ve tarihsel olarak Büyük Suriye ve Filistin olarak bilinen alan Levant bölgelerinde yaygın kabul gördü. Muvaşşah özellikle Halep’te (Suriye) popülerlik kazanmıştır.

IV) Osmanlı Türkleri ile Etkileşim

Arap müziğini etkileyen dördüncü aşama, Osmanlı İmparatorluğunun Suriye, Filistin, Irak, Arabistan kıyıları ve Kuzey Afrika’yı hâkimiyeti altına aldığı 1517- 1917 yılları arasında gerçekleşti. Bu dört yüzyıllık süreçte, Sünni İslamın merkezi Osmanlı sarayına kayarken, İran da yavaş yavaş ayrı bir siyasi, kültürel ve dini yapı ortaya koymuş ve nihai olarak Şiizmi bir devlet dini olarak kurumsallaştırmıştır. Müzikal anlamda Osmanlı döneminin en tipik özelliği, aşamalı bir asimilasyon ve mübadele idi. Halihazırda Orta Asya, Anadolu, İran ve ortaçağ Suriye ve Irak’ından çeşitli müzikal öğeleri devşirmiş olan Türk müziği ile Arap müziği etkileşime girdi. Bu etkileşim Halep, Şam ve Kahire gibi büyük merkezlerde oldukça belirgindir.
Arap dünyası, Türk saz semaisi ve peşrev gibi Osmanlı Sarayı ve Sufi tekkelerinde kullanılan formlar ile 19. yüzyılın sonlarından önce tanıştı. Enstrümental ve sözlü formlarla dans formlarının Arap dünyasına yayılması kısmen 13. yy’da Konya çevresinde kurulan Mevlevi tarikati aracılığıyla gerçekleşmiştir. Ünlü besteci ve müzik teorisyenlerini barındıran ve müzikteki üretkenliği ile bilinen Mevlevi tarikati; Suriye, Irak ve Kuzey Afrika’nın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Yeniçeri orduları örneğinde görüldüğü şekliyle askeri bandolar, Osmanlı İmparatorluğunun değişik siyasi merkezlerinde ortaya çıktı. Teori ve terminoloji açısından, Arap ve Türk müziği sistemleri büyük oranda örtüşürler. Arap dünyasındaki; özellikle Suriye ve Türkiye’deki melodik ve metrik usuller büyük benzerlikler yansıtmış ve halen yansıtmaktadırlar.

V) Modern Batı ile Etkileşim

Beşinci ve son aşama Arap müziğinin modern Batı ile karşılaşması le gerçekleşmiştir ki, bu aşama Napolyon’un Mısır’ı işgali ile başlar (1798- 1801) ve akabinde Batı ile kültürel ve siyasi etkileşimin kurulması ile gelişir. Arap dünyasında batılılaşma çabalarının en erken hebercilerinden bir tanesi Muhammed Ali’nin batı tarzı askeri bandoyu 19. yy.’ın başlarında Mısır’a ithal etmesi ve Batı enstrümanları ile Batı tarzı notasyonun öğretildiği askeri okulları kurdurması olmuştur.

19. yy.’ın devamında Süveyş Kanalı’nın açılması vesilesiyle Hidiv İsmail’in (iktidarı: 1863- 1876) Kahire Opera Binası’nı inşa ettirmesi tarihi bir dönüm noktası ve Yakın Doğu Arap dünyasının batılılaşmasının sembolü olmuştur. Opera Binası’nın Kasım 1869’daki açılışında Verdi’nin Rigoletto eseri sahnelenmiş, takip eden yılarda da Aida (Aralık, 1871) dahil çeşitli eserler sahnelenmiştir. Mısır’ı Batılılaştırmak iddiasında olan Hidiv İsmail, Mısırlı sanatçıları himaye altına almış ve ünleri ve sosyal statülerinin yükselmesi için çalışmıştır. İsmail’in himayesi altındaki sanatçılara kadın şarkıcı Almaz (1860- 1896) ve erkek şarkıcı Abdullah el-Hamuli (1843- 1901) örnek verilebilir.

20. yy. Batılı müzik teorileri, notalama sistemleri, enstrümanları ve genel olarak müzik yaklaşımlarının Arap müziği üzerinde etkisinin oldukça arttığı bir dönemdir. 20. yy. aynı zamanda 19. yy.’da başlayan ve Mısır’da gelişen müzikal tiyatronun da devamlılığına ve ilerlemesine tanıklık eder. Genellikle Avrupalı yazarların kaleminden çıkan dramalar, Araplaştırılmış; oyun, şarkı ve dansın bir kombinasyonu olarak sunulmuştur. Müzikal tiyatro oyuncularına örnek olarak Suriye doğumlu Ebu Halil el-Qabbani (1841- 1902) ve Mısırlı Şeyh Salamah Hicazi (1852- 1917) örnek verilebilir.

Birinci Dünya Savaşı ile 1920’lerin sonları arasındaki dönemde, Kahire, geleneksel komedi ile vodvili birleştiren ve Avrupa’daki operetlerle kıyaslanabilecek yeni bir müzikal türün gelişimine sahne oldu. Bu yeni forma en büyük katkılar modern Mısır müziğinin babası olarak da bilinen ünlü besteci Şeyh Said Derviş (ölümü: 1923)’ten gelmiştir. 1930’ların başlaryla birlikte, Batılılaşmanın Mısır müziği üzerindeki etkisi hatırı sayılır şekilde artmıştır. 1932’de Kahire’de yapılan Arap Müziği Kongresi’nde sunulan raporlar bu artan etkiyi açıkça ortaya koymaktadır.

Avrupa hâkimiyetinin ardından bağımsız Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, pek çok Arap yönetimi Batı müziğini güzel sanatların bir dalı olarak kabul etti ve bu müzik resmi müzik eğitiminin bir bileşeni olarak kabul gördü. Bugün pek çok Arap başkentinde, geleneksel Arap müziği ile Batı müziği Batılı konservatuar geleneği çizgisinde organize edilmiş devlet kurumlarında birlikte öğretilmektedir.

Arap Müziğinin Birleştirici Unsurları

Günümüzde, Arap müziğinin birliğine katkı sağlayan hususiyetler çok çeşitlidir. Ancak bu hususiyetler evrensel olarak kabul edilemez, zira kökenleri ve ayrıntılandırılmış özellikleri bir toplumdan diğerine farklılık arz eder. Bununla birlikte, ortak bir tarihsel mirası paylaşmaktan ve, coğrafi ve kültürel yakınlıktan dolayı Türkler ve İranlılar gibi Arap olmayan milletler bile bu ortak hususiyetleri paylaşırlar; bu uzmanların Yakın Doğu’yu geniş bir müzik alanı olarak çalışmasına olanak sağlayan bir gerçektir.

Arap müziğinin birleştirici unsurlarından en önemlisi müzik ile Arap dilinin, yani Arapçanın, iç içeliğidir. Söz söylemeye bahşedilen önem ile şair-şarkıcıların müzikte oynadığı merkezi rol bu durumun en açık göstergesidir. Yazınsal birer form olan kaside ve muvaşşahın müzikal formlara uyarlanması buna örnek olarak gösterilebilir.

Dikkat çeken bir diğer birleştirici unsur, Arap melodilerinin Arap müziğindeki başat rolü ve karmaşık çok sesliliğin müzikteki yokluğudur. Arap müziğinin bu özelliği dünyanın bu bölgesi ile Asya’nın büyük bir bölümünündeki müziği, Avrupa ve Sahra altı Afrikası müziğinden ayırır. Arap müziğinde çok seslilik yerini, melodik süslemeler ve nüanslar aracılığıyla oluşturulmuş bir zarafete ve çeşitliliğe bırakır.

Arap müziğinde melodi kavramı şekil ile ilgilidir ve makam olarak adlandırılan bir kavramsal yapı sistemine dayanır. Her makam, teorik bir ölçüye, belirli nota vurgularına, ve tipik bir melodik hareket kalıbına dayanır. Bu melodik hareket kalıbı genellikle teorik ölçünün karar sesiyle başlayıp, aşamalı olarak yükselir ve son olarak tekrar karar sese döner. Çeşitli müzikal kompozisyonların temelini oluşturmakla birlikte, makam düzeni en iyi metrik olmayan doğaçlama türlerde ifade bulur. Bu türlere örnek olarak Mısır ve Levant bölgelerinde taksim olarak bilinen enstrümental sololar, layali ve mavval gibi sözlü formlar ile dini türler olan Kuran okumaları ve Sufi kasideler sıralanabilir.

Arap müziğinde ve genel anlamda Yakın Doğu müziğinde bileşik formlar hakîmdir. Bu formlar genellikle aynı melodik kalıbı paylaşan enstrümental öğelerle vokal öğelerin bir araya geldiği formlardır. Bir bileşik formu oluşturan parçalar değişik stillerde olabilir; bu stiller doğaçlama ya da önceden bestelenmiş olabileceği gibi solo ya da koroyu gerektiren, ölçülü ya da ölçüsüz stiller olabilir. Bileşik bir form genel olarak doğduğu yerdeki yerel adıyla ve bağlı olduğu makam adıyle bilinir. Örnek vermek gerekirse; Suriye fasılı, Kuzey Afrika nevbası, Birinci Dünya Savaşı öncesi Mısır vaslahı gibi...

Modern Arap dünyası müziğindeki birleştirici bir diğer unsur, müzikal enstrümanlardan kaynaklanır. Kanun, ud, ney, keman gibi enstrümanlar pek çok Arap şehir orkestrasında ortak olarak bulunan enstrümanlardır. Bununla birlikte, belli tip enstrümanlar genel olarak belirli bir sosyal işlev ile ilişkilendirilir. Örneğin yaylı çalgılar genellikle solo seslere eşlik eder. Bu durumda şarkı söyleyen ile enstrümanla eşlik eden genel olarak aynı kişidir. Bedevi ozan, “ataba” olarak bilinen aşk şarkısına ya da “şurik” ya da “kasid” diye bilinen bir kahramanlık şiirine rebabıyla eşlik eder. Benzer şekilde, Mısırlı bir ozan ortaçağda yaşamış Ebu Zeyd el-Hilali için yazılmış kahramanlık şiirini okurken rebabı kullanır. Halkın günlük yaşamında üflemeli çalgılar genellikle açık havada çalınır; örneğin Mısır mizmarı ve davul düğünlerde ve eğlencelerde, ve sıklıkla dansa eşlik etmek için kullanılır. Lübnan, Suriye ve Filistin düğünlerinde micviz, halayların tamamlayıcısıdır.

Arap müziğindeki birleştirici unsurlar, kültürel ve dinsel hayatın geleneksel müziğe yansımasından da kaynaklanmaktadır. İslam, Arap dünyasının yaygın dini olduğundan; Kuran okumaları etnik ve ulusal sınırları aşarak dinsel ifadenin en mükemmel örneğini oluşturur. Bu okumalar metrik olmayan, solo okumalardır ve Kuran’ın ezberlenmesine dayanan, oturmuş tecvid kurallarına göre yapılır. Bir diğer yaygın uygulama, namaz zamanı tüm Arap ve Müslüman dünyasında minarelerden duyulan ezandır. Kuzey Afrika ve Levant bölgesinde, Sufi müzik ve dans gösterileri özel ve kamusal alanda yüzyıllardan beri sergilenmektedir. Şarkı formları ve sergilenme tarzlarında büyük benzerlikler gösteren Sufi müziği, pek çok seküler vokal geleneklerinden karşılıklı olarak etkilenmiş ve etkilemiştir.

Son olarak, modern elektronik medya Arap müziğinin birliğine önemli katkılar sağlamıştır. 1904 dolaylarında geniş çaplı ticari plak kayıtlarının artması, 1932’de Mısır’da müzikal filmlerin gösterilmesi, ve takip eden yıllarda kamuya açık radyo istasyonlarının kurulması geniş bir birleşik-Arap dinleyici kitlesini ortaya çıkardı. Günümüzde “uğniyye” (şarkı) kelimesi bir solist ile arkasında hem Batılı hem geleneksel Arap enstrümanlarını barındıran zengin bir orkestranın birlikte ortaya koyduğu yaygın bir kategoriyi ifade etmektedir. Mısırlı Muhammed Abd el-Wahhab, Um Kulthum (Ümmü Gülsüm) gibi çok ünlü şarkıcılar tarafından seslendirilen bu şarkılar, bugün Fas’tan Irak’a kadar uzanan geniş bir alanda devasa bir dinleyici kitlesi tarafından dinlenmektedir.

Tüm bu birleştirici unsurlara rağmen, Arap dünyası aynı zamanda müzikal tezatlar diyarıdır. Arap müziği bir anlamda, her biri kendi kültürel ve estetik sağlamlık ve bütünlüğüne haiz çeşitli müzikal geleneklerin bir toplamıdır. Geniş açıdan bakacak olursak, çeşitlilik geniş coğrafi bölgelerde ortaya çıkar. Örneğin, Kuzey Afrika; özellikle Fas ve Cezayir müziği, Mısır ve Levant bölgesi müziğinden tonlama, makam, belli müzikal enstrümanların tercihi, ve Endülüs müziği etkileri taşıması bağlamında ayrılır. Benzer şekilde, Mısır müziği genel olarak Arap Yarımadası müziğinden ritim ve tonlama açısından ayrılır.

Daha yakın bir perspektiften bakılacak olursa, özgünlük daha küçük alanlarda ve repertuarlarda kendini gösterir. Faslı bir etnik müzik grubu olan Ginnawa, Batı Afrika ile kolaylıkla ilişkilendirilebilecek bir müzik tarzına sahiptir, benzerlik senkoplu ritim kullanımı ve perküsyona yapılan vurgudan kaynaklanır. Nubia ve Sudan müziğinde başat unsur pentatonizm, yani beş tonlu ölçüdür. Kuveyt ve Bahreyn’de inci avcılarının şarkılarında tiz bir erkek sesine çeşitli pes sesler ve karmaşık, poliritmik alkışlarla, vurmalı çalgılar eşlik eder. Bu vurmalı çalgılar arasında balçıktan yapılmış kaplar da vardır ki bunlar yapı ve çalma yöntemi bakımından Güney Hindistan’ın gatam sazına benzer. El Chalghi Baghdadi grubu makam şarkılarını İran ve Orta Asya müzik geleneklerinde karşılıkları bulunabilecek santur ve javzah eşliğinde söylerler. Benzer şekilde, Lübnan’daki Maruniler ile Mısır’daki Kıptiler gibi müslüman olmayan toplulukların ayinlerinde de özgün müzikal öğelere rastlanır.

Tüm çeşitliliği ile ele alındığında; Arap müziği uygulamaları ve enstrümanları, Arap tarihinin ve çok katmanlı bir kültürel arka planın yaşayan kanıtıdır.
*A. J. Racy, Professor of Ethnomusicology, UCLA
İlk kez “The Genius of Arab Civilization”’da basılmıştır.