12 Ağustos 2009 Çarşamba

Çöküntü Alanları ya da Sınırlar


CAHİDE SARI-ASLIHAN BİLGİN


GİRİŞ:

Kenti okumak, kentin bileşenlerinin birbirleriyle ilişkilenme biçimlerini kavramayı, kentin simgesel anlamlarını çözmeyi, tarihselliğini, gündelik akışını ve resmi tarihini aynı anda okumayı gerektirir. Bu bağlamda geometrik bir bakış açısı yerine topolojik bir kavrayış kenti okumak açısından önemli olanaklar sunmaktadır. Topolojik bir kavrayış öncelikle, biçimin gerisindeki toplumsal mantığı ve fiziksel mekânın insanları bir araya getirme potansiyelini aramayı gerektirir. Fiziksel mekânda bulunan nesneler ve insanların incelenmesi yerine nesnelerin ve insanların birbiriyle ilişkilenme biçimine dair analiz bu noktada önem kazanmaktadır.

Bu çalışmada da mümkün olduğunca topolojik bir kavrayışla Bursa’da Kız Yakup bölgesindeki çöküntü alanı incelenecektir. Bursa’da Kamberler olarak adlandırılan alanda gerçekleştirilmeye çalışılan kentsel dönüşüm projesi, geçici bir süre –ki çöküntü alanları sadece geçici bir süre için oluşurlar- burada çöküntü alanının oluşumuyla sonuçlandığı iddiasından hareketle ele alınmaya çalışılmıştır.

Çalışmada çöküntü alanı olarak tarif edilen şey, var olan eski ile tasarlanan yeni arasında beliren, tasarım öncesi ve tasarım sonrası arasındaki zamanda var olan ve kendi kendini inşa eden alanlardır. Kapitalizmin kentlere yönelik yeni kodlar oluşturma çabası, beraberinde kent içinde bir süreliğine de olsa kodları hükümsüz kılan bir oluşun ortaya çıkışına yol açmaktadır. Bu çalışmanın amacı da dönüşüm öncesi ve dönüşüm sonrası arasındaki zaman diliminde mekâna ne olduğunu anlamaya çalışmaktır. Bunun yanı sıra kentsel dönüşümün nesneleri haline getirilen bölge sakinlerinin kendilerine, iktidara ve kentin diğer bileşenlerine dair kodlarını nasıl bir yıkım ve yeniden oluşturulma sürecine tabi tuttuklarını göstermeye çalışmaktır.

KENT VE KENTSEL DÖNÜŞÜM:

Kent; sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, gidiş-geliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinimlerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşılarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşim birimleridir (Keleş,1998: 75).

Modern kent sürekli oluşum, dönüşüm ve bozulma halindeki mekândır aynı zamanda. Marshall Berman’a göre; “Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimiz ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz ve bildiğimiz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi”.

Modernleşme sürecinde kentler kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Sermayenin akışkanlığının sağlanması birikimin arttırılmasına dönük çabalar yeni mekânsal düzenleme ihtiyacını ortaya çıkarmakta ve bu nedenle kentsel alan sürekli bir değişimin konusu olmaktadır. Ancak kent bu düzenlemelerin sadece nesnesi değildir. Kentsel doku, toplumsal ilişkilenme biçimlerini ve gündelik hayatı azımsanmayacak ölçüde etkilemektedir. Henri Lefebvre (1995), her toplumun kendi mekânını ürettiğini, her toplumsal kuruluşun aynı zamanda mekânsal bir kuruluş olduğunu ileri sürmektedir.

Kırdan kente yönelen yoğun göçlerle birlikte tam bir kaos ortamına dönüşen kent mekanını yeniden düzenleme, kötü yönlerinin sökülüp atılması, kentlerin yeniden şekillenmesi anlayışı 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk yarısında temel bir öneme sahiptir. Bu dönem “evlerin ve kentlerin açık açık ‘içinde yaşanacak makineler’ olarak düşünülebildiği bir dönemdi” (Harvey, 1999: 46). Modern kent planlama anlayışında; kentlerin düzenlenmesinde tek düzelik, birörneklik, homojenlik, ilkelere bağlılık egemendir. Kent planlarında çalışma, ikamet etme bölgeleri ve ortak kullanım alanları birbirlerinden net sınırlarla ayrılmıştır. “Bu ideal kentler, fiziksel çevrenin düzeltimini sağlamanın bütün bir toplumsal yaşamı devrimci bir dönüşüme uğratacağı yönündeki inancın en tutkulu ve karmaşık anlatımlarıdır” (Fishmann, 2002:109).

Kentsel dönüşüm kavramını kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda kentsel mekânın yeniden inşası olarak tanımlamak mümkündür. “Kentlerin köktenci bir şekilde yeniden yapılanması fikri salt kentsel bunalımı değil, bunun yanı sıra toplumsal bunalımları da çözeceği umudundan esinlenmektedir” (Fishmann,2002:108). Bu dönüşüm kentin artık neresi olduğu sorusu kadar kentlinin ve kentte yaşam hakkı tanınanların da kimler olacağı sorularını gündeme getirmektedir. Kentsel dönüşüm de esas olarak bu sorulara verilen cevaplar üzerinden tasarlanır.

Günümüzdeki ekonomik ve siyasal alanda yaşanan dönüşümler kentsel mekân algılamalarında ve kentsel mekânın örgütlenmesinde de farklılaşmaları beraberinde getirmiştir. Bu farklılaşmanın en önemli sonuçlarından biri de kent planlamasının yerini kentsel tasarımın alması olmuştur. “Metropolün tamamını hakimiyet altına almak olanaksız olduğuna göre, kent tasarımı basit bir biçimde bölgesel geleneklere, yerel tarihçilere, tikel istek, ihtiyaç ve fantezilere duyarlı olmayı amaçlar; böylece uzmanlaşmış, hatta büyük ölçüde müşterinin zevkine göre biçimlenmiş mimari biçimler yaratılır: bunlar mahrem, kişileşmiş mekanlardan, geleneksel anıtsallığa ve gösterinin şenliğine kadar uzanabilir” (Harvey,1999: 85).

Kentsel dönüşüm projeleri ile fiziksel mekâna aşırı vurgu yapılır ve değişim değerine öncelik verilir. Bu alanlarda ya da yakınlarında yaşayanlar yeniden yapılandırma sonucunda giderek kent dışına doğru itilmekte ve dışlanmaktadır. Kentsel Dönüşüm projelerinde, bu projelere konu olan bölgelerin kentle bütünleşmesi ve alanın “akılcı ve doğru kullanımı” iddiası öne çıkmaktadır.

Yerel idarecilerin ve ana akım medyanın kentsel dönüşüme konu olan mekân ve buradaki kültür ile kurduğu ilişki özellikle 2000’li yıllardan sonra daha da dışlayıcı bir dille ifade edilmeye başlanmıştır. Kentsel dönüşüme konu olan bölgelerin şehrin fiziksel yapısını bozan yerleşmeler olduğu söyleminin dışında, sosyal ve kültürel olarak da şehrin dokusunu bozan vakalar olduğu ortaya konmaktadır. Buralardaki kültürün kent ortamında “olmaması gereken” her türlü problemi barındırdığı dile getirilmektedir. TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar yaptığı açıklamada, tutumunu net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Terörün, uyuşturucunun, devlete çarpık bakmanın, psikolojik olumsuzlukların, eğitimsizliğin ve sağlık problemlerinin temelinin gecekondu bölgeleri, çarpık alanlar olduğu bilinmektedir” (Zaman, 13 Kasım 2007).
Yine Bayraktar’dan bir açıklama: “Esrar ve kadın ticareti gibi kirli işlerle uğraşanlar ile terör grupları, masum insanları kullanarak, gecekondularda dönüşüme engel olmaya çalışıyor” (Zaman, 28 Kasım 2007).

İktidarın gecekondululara bakışı için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarına bakmak yeterlidir. “Biz hak olan bir şey değil, hak edilmediği halde işgalcisi olanların, hem ikna yolunu kullanarak hem de yaptığı yanlışa rağmen enkaz bedeli verelim demek suretiyle modern konut içinde yer almalarına zemin hazırladık” (Zaman, 9 Nisan 2006). Erdoğan, medyaya da şöyle seslenmektedir: “Yıkım ekipleri geldiğinde, çatıya çıkıp kiremit sallayanları acınır hale getirirsek bu işi başaramayız. Bir de acıklı, dokunaklı müzikle haberi beslediğiniz zaman vatandaş diyor ki; bu ne hain hükümet” (Zaman, 13 Nisan 2006).
Zaman Gazetesi’nin bu haberleri ele alma biçimi ise ayrı bir çalışmayı hak eden cinsten:
Tarihi alanların yenilenmesini içeren kentsel dönüşüm projeleri haberi: “Tarihî yapılar tinerci işgalinden kurtarılacak”(Zaman, 16 Mart 2005)
İstanbul Gaziosmanpaşa’da bulunan bir mahallenin yıkım haberi: “Suç merkezi Sarıgöl Mahallesi yıkılıp yeniden inşa ediliyor. Kapkaç çeteleri ve uyuşturucu ticaretinin merkezlerinden biri olarak bilinen Sarıgöl Mahallesi `Kentsel Dönüşüm` projesi kapsamında yıkılıp yeniden yapılıyor” (Zaman, 27 Ekim 2007).
İstanbul Maltepe’de bulunan Başıbüyük Mahallesi ile ilgili yapılan haber: “Kentsel dönüşüm projesi gecekondu lobisine takıldı; müteahhidi mezarla korkuttular” (Zaman, 28 Kasım 2007).

KAPİTALİZM VE KENT:

Kapitalizm üstüne yapılan çeşitli değerlendirmeler içinde kapitalizmin kurma ve yıkma ikiliği üstüne kurulu bir yapıya sahip olması ve sürekli kriz durumunun kapitalist bir yaşama kültürünün temelini oluşturmasına dair değerlendirme, kentsel çöküntü mekânlarının anlaşılabilmesi açısından en işlevsel değerlendirmelerden birini oluşturmaktadır. “Modernlik, bir düşünce meselesi, bir kaygı konusudur; kendi kendinin farkında olan, bilinçli bir pratik olduğunun bilincinde olan ve durduğu ya da sadece yavaşladığı takdirde ortaya çıkacak boşluktan sakınan bir pratiktir (Baumann, 2003:14)

Bu, neredeyse süreklileşen kriz durumu içerisinde sorunlar için uygun çözümler bulmak, çözümler için direnç mekanizmaları oluşturmak, her türden altüst oluşlar içinde yaşamın ve yaşam tarzlarının yeniden üretiminin nasıl şekillendiğini görmek zorunlu olarak sınırlara dikkatimizi çeker. Bu bağlamda sınırı, eskinin bitip yeninin başladığı nokta olarak işaretlersek, onu ne tam olarak mekânsallaştırmak ne de tam olarak zamansal bir sürekliliğin içine sokmak mümkün değildir. Kapitalizm içinde bu sınırın sürekli yeniden çizildiğini, yeniden oluşturulduğunu göz önünde bulundurarak sınırın esasen geçiciliğini vurgulamak gerekmektedir. Kapitalizm her ne kadar sınırı zorlasa da bu sınırın etrafında dolanır, bu sınırı sürekli öteler, bu sınırı ihlal ederek yeni sınır çizer.

Bu dönüşüm süreci içinde çöküntü alanları hem eskinin varlığının büyük ölçüde sona erdiği, buna karşın henüz tam anlamıyla bir yeninin kurulamadığı alanlardır. Tam anlamıyla ihlal edilmemiş bir sınır ile yeni belirmeye başlayan başka bir sınırın geçici de olsa çakıştığı/üst üste bindiği alanlardır. Çöküntü alanları bu yönüyle, sınırı olan alanlar olmak yerine bizatihi sınırın kendisidirler.

Kapitalist kentsel dönüşüm süreci, aynı zamanda bu dönüşümden geçirilecek olan mekânda o güne dek var olan yaşam biçimlerine ait kodları silerek/bozarak (decode) buralarda yaşam biçimlerinin yeniden kodlandığı(recode) bir süreç olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla çöküntü alanları ne eski kodun tam anlamıyla silinebildiği ne de yeni kodun tam anlamıyla ne olduğuna karar verilebilen alanlardır.


BURSA-KAMBERLER (KIZ YAKUP):

Bursa’da Kamberler bölgesi yoğunlukla Romanların yaşadığı ve genelde müzisyenlikle hayatın kazanıldığı bir bölgedir. 7,5 hektarlık bir alana sahip olan bölgede anıtsal özellikte üç cami, bir hamam, bir mektep, iki çeşme, sivil mimari örneği yapılar ve Osmanlı dönemine ait çeşitli mezarlar yer almaktadır. Belediyenin Kız Yakup Kent Parkı adını verdiği yeni bir projeyle ödüllü bir yarışma açılmış ve belediye TOKİ işbirliği ile mahalleyi yıkmaya başlamıştır. Bu yerlerdeki vatandaşların evleri çok düşük bedellerle kamulaştırılmış ve yoksulluk kent merkezinden zorunlu göçe tabi tutulmuştur.

“Tarih ve Kültür Parkı” olarak projelendirilen alana "Turizm Koordinasyon ve Bilgi Merkezi" yapılması hedeflenmektedir. Toplam kamulaştırma maliyetinin 400- 500 bin TL arasında gerçekleşeceği düşünülen bölgede var olan 358 binanın 297'si kamulaştırılmış, kamulaştırılan binaların 236'sı yıkan Osmangazi Belediyesi tarafından yıkılmıştır. Kamulaştırılan 297 bina için toplam 20,5 milyon TL'lik kamulaştırma bedeli ödeyen belediye, kalan 61 binanın kamulaştırılmasına ise 5 milyon YTL ayırmıştır.

Yıkımlara kadar “devlet” ile pek karşı karşıya gelmemiş hatta “devletle” çok da ilişkilenmemiş bir kesim sayılabilecek olan Kız Yakupluların “devletle” bu en yakın temasları gerçekten sorunlu ve bir o kadar da zorunlu bir temas olmuştur. Bu temas ister istemez geçmişe dair hatırda kalanların yeniden yorumlanışını da beraberinde getirmiştir. Bu yorum, yerel ya da merkezi otoritenin vatandaş ile ilişkisinin ne olması gerektiğine dair, o güne kadar belki de üzerine hiç düşünülmemiş noktaları gündeme getirmiştir. Bölge sakinleri ortaya çıkan korkunç tabloda kendilerini unutulmuşlukları, yok sayılmışlıkları, normal vatandaş statüsünde olmayışları üzerinden kurmaktadırlar. Kendini yeniden inşa süreci zorunlu olarak iktidarın dile getirilme biçimlerini de yeniden kurmaktadır.

“Biz bunları vekil olarak seçtik başımıza, bir vekil demek milletin halinden, vaziyetinden anlayan demektir. Acaba halk perperişan mıdır diyerek durumu gözlemlemesi gerekir. Bunlar seneden seneye seçim zamanı buraya uğrar, bir daha ne gelen olur ne giden. Bizleri holdinglere peşkeş çekeceklerine, deselerdi ki biz burayı güzelleştireceğiz, bir düzenleme yapacağız, sizleri de site şeklinde bir yerde toplayacağız. Kimse karşı gelmezdi. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindi hani demek ki bizim kaydımız silinmiş!”
Evlerin çoğu bazen birden çok ailenin bir arada yaşayabildiği çok katlı gecekondular biçimindedir. Yollar ve sokak lambalarının durumuna bakılacak olursa uzun süredir yerel yönetimin ölmeye terk ettiği bir alandır.

Yaklaşık 500 yıllık geçmişi olan bölgenin sakinleri dedelerinin ve onların dedelerinin bile burada oturduğunu, burada doğduğunu ve burada öldüğünü iddia etmektedir. Osmanlı imparatorluğu döneminde saraya, önemli devlet adamlarının ve hatırı sayılır eşrafın evlerine çağrılarak müziklerini icra eden önemli müzisyenlerin oturduğu bir bölge iken bugünkü sahiplerinin azımsanmayacak bir kısmının, müzik piyasasındaki gelip geçici işlerde ve oldukça az ücret karşılığında çalışmak zorunda kaldıklarını görmekteyiz.

Bölge sakinleri, yıkımları, kendilerinin kültürel anlamda da yıkımı olarak görmektedir: “Buradaki kültürü dağıttılar, müzik kültürünü. Oysa padişahlık devrinde bile müzisyenlere verilen önem bilinir. Roman milletini üçüncü, dördüncü sınıf insan olarak görüyorlar, ama baksınlar insanlarımızdan doktor, avukat, mühendis çıkan, orduda görevli olanlarımız var. Hakir göreceklerine, gelsinler içimize girip yaşasınlar, tanısınlar bizleri…”

Yıkımlarla birlikte Romanlar Roman olduklarını ve “farklılıklarını” adeta yeniden anlamışlar, hukukun karşısında kendi çaresizliklerini görerek sorunlarını hukuk yerine adalet ve dini referansları öne çıkaran bir dil ile ifade etmeye başlamışlardır. Bu dil onların adeta son sığınağıdır.

“Yıkımlar esnasında birçok hukuksuzluk da oldu, mahallede davası devam eden insanlardan bazılarının evlerini dava aşamasındayken yıktılar. İnsanlar duruşmaya girip çıkıyorlardı aslında, davaları da henüz sonuçlanmamıştı. Bir gün bir baktılar, dozer gelmiş, evleri yıkmış… Peygamberimizin bir hadisinde söylediği gibi tamamlanmış olsa da Kabe’yi yık adaleti yıkma! Peki bu adalet nerde? Demek ki burada bir rant davası var. Bizi holdinglere feda ediyorlar. Bizde onları Allah’a havale ediyoruz. Bizler arasında ırk, din, dil, düşünce ayrımı yapıyorlar oysa şahsiyet önemlidir… Romanlar en narin, en duygusal, temiz kalpli insanlardır.

Bu isyanın dili naif bir dil iken birden bire oldukça sert bir dile de dönüşmekte, adeta ikisi arasında gidip gelmektedir. Yukarıda evlerini, kültürlerini ve hayatlarını yıkma işini gerçekleştirecek olanlara son bir umutla seslenen ve bu “ yanlış anlaşılmadan” bir an önce geri dönülmesi gerektiğini ifade eden dil, bir anda sertleşerek iktidara açıkça “in aşağıya!” diyebilmektedir: “Ben diyorum ki belediye başkanına başbakana ve Bursa milletvekiline halka hizmet için mi geldiniz yoksa zenginlere hizmete mi? Türkiye’nin hukuk sistemi bitmiştir. Bize ırk ve renk ayrımı yapıyorlar. İnsin aşağıya hükümet istemiyoruz. Biz bunları İslamcı bilirdik bunlar soyguncu çıktı.”

Müzikle uğraşanların, 20 yıl gibi yakın bir geçmiş ile kıyaslandığında, çalışma koşulları ve ücretlerin oldukça kötüleştiğini, müzik icra etmenin ve müzisyen olmanın artık eskisi kadar itibar görmediğini ve sürekliliği olan bir iş bulmanın neredeyse imkânsız olduğunu ifade etmeleri göz önünde bulundurulduğunda bölge sakinlerinin zamanla başka iş ve faaliyetlere yönelmeleri daha anlaşılır olmaktadır.

“Burası yıkılmasaydı bu saatte tıklım tıklım olurdu. Mahallenin geneli müzisyen, benim hanım da dahil hepimiz müzikle uğraşıyoruz. Hanım keman çalar mesela. Gerçi öncedendi, hacıya gidince bıraktı, benim de asıl mesleğim berberlik”.
Müziğe ve müzik aletlerine dair temel bilgilerin öğretildiği/alındığı yer, bölgenin ortası olarak tarif edilebilecek olan tarihi hamamın önündeki kahvehanedir. Kahvehane müzik eğitiminin verildiği yer olmanın yanı sıra müzisyen talep edenlerin müzisyenlere ulaşabildikleri en önemli mekân olma özelliğiyle bölgenin en hareketli ve canlı noktasını oluşturmaktadır.

“Eskiden herkes mahallenin içindeydi. Burada yıkılmayan birkaç yerden birisi de camimiz, o tarihi bir cami diye yıkmadılar. Camimiz ünlüdür. Mahallemizde düğünler olurdu, okurcular olurdu. Hatta Ciguli bile geldi…”

Elde edilen gelirin düzensizliği ve oldukça kısıtlı oluşu bölge sakinlerinin birbiriyle ve bölge esnafıyla ilişkilenme biçimini önemli derecede belirlemektedir. Karşılıklı borçlanmalara, bakkal ya da kasaba borç yazdırmalara ve standart tüketim miktarının oldukça altındaki miktarlarda mal talebine sıklıkla rastlanmaktadır. Kentsel dönüşüm sürecinin en yıkıcı etkilerinden birinin de bölge sakinlerinin sürüldükleri/itildikleri bölgelerde bu tarz ilişkileri kurmalarının artık mümkün olmamasından hareketle yaşanan/ yaşanacak olan mağduriyet olduğunu söyleyebiliriz.

“Biz burada 500 binlik salça, 1 milyonluk şeker alırdık, bizim insanımız bu kadar kötü koşullarda yaşardı, şimdi kim verir bize bunları, migros mu? Öyle ya da böyle esnafımız vardı, az çok kazanır giderdik, hepsi gitti. Mahallenin bir ucunda bir kahve diğer ucunda bir bakkal kalmış. Bize kim nerde esnaflık yaptırır, kim bizim başka bir yerde kahvemize bakkalımıza gelir?”.

Bölge sakinlerinin çoğu, bu oldukça hızlı gelişen sürece hazırlıksız yakalanmış ve bu anlamda mağduriyetin derecesi oldukça yükselmiştir. Evleri yıkılanlar, kentin başka bölgelerinde ev aramışlar, ancak genelde bu arayışlar sonuçsuz kalmıştır. Nüfus cüzdanlarında doğum yeri hanesinde Kız Yakup yazanların, Bursa’nın başka bölgelerinde ev almaları ya da kiracı olarak barınmaları gerçekten çok zordur.

“Ben iki aydır ev arıyorum, kiralık ev arıyorum. Samimi olarak söylüyorum gitmediğim yer kalmadı. Hangi emlakçıya gittiysem bize ev vermediler. Emlakçı hüviyetini verir misin diyor arkasına bakıyo kız Yakup yazıyor. Ev sahipleri roman milletine ev vermeyeceksiniz diye yemin verdirmiş emlakçılara. Bi Kürtlere bi Romanlara diyorlar… Bize çok ırk ayrımı yaptılar. Çok büyük ayrıma uğradık biz”.

Ayrımcılık hem etnik kökene hem de sınıfsal farklılıklara işaret etmekte, yönetimin “zenginler” için kendilerini buradan sürdüğü ifade edilmektedir: “Bu evleri yıkıma gelen yıkım ekibi metrekaresini 3 milyar diye duymadıysam şerefsizim, kendi aralarında konuşurken duydum. Milletin elinden gasp ettiler. Bankaya yatırıyoruz ister alın ister almayın diye söylendi. Millet mecburi kaldı. Bursa’nın 3- 4 zenginine belediye bu mahalleyi peşkeş çektiler, yazıklar olsun. Aslına bakarsan burada çevre düzenlemesi diye bir şey olmayacak. Şu anda 15 milyar lira metrekaresinden zenginlere veriyor”.

“600 polisle geliyor nasıl karşı koyayım? Zorbalık ya terör estirdiler burada. Sen nasıl değer biçersin evime, ben vermek istemiyorum. Ablacım sen Ulu Cami’nin hikâyesini bilir misin? Hani içinde bir havuz vardır caminin. Zamanında padişah demiş ki bu bölgeye bir camii yapın, burada oturan her kim varsa da hakkını verin. Herkesten evleri almışlar bir tek bir kadın vermemiş evini. Demiş vermem ben sağ oldukça. Koskoca padişah evini vermeyen o kadını beklemiş ki rızası olsun. Yahudi’ymiş o kadın da, sonunda demiş evi veririm ama şartım olsun evimin olduğu yere havuz yapacaksınız. O ki padişah iken beklemiş Osmanlı zamanında, kaçıncı yüzyıldayız ablacım ki bizim tek fikrimiz sorulmadı.”

Ev sahiplerinin ya da yerleşilmek istenen yeni mahalle sakinlerinin kendilerine karşı ön yargılı tavrı yine mağduriyeti oldukça arttıran bir diğer faktördür. Kız Yakuplular, komşuluk gibi sürekliliği olan ilişkiler içine alınmayan, düğün ya da eğlenceler de kendilerine geçici olarak katlanılan insanlardır.

“Geçen Altıparmakta bir cenazemiz var, mevlüt okunuyor, polis geldi birileri şikayetçi olmuş bizden. Irk ayrımı yapılıyor dedim ya. Bunlar bir araya toplandı bir şey var diye polis çağırmışlar. En çok İncirli tarafına gitti insanlarımız, orada da ırk ayrımı yapıyorlar şimdi”.

Yıkımlardan sonra o güne kadar kentin çok da temas etmedikleri kesimleriyle karşı karşıya gelen Romanlar, dışlanma ve ayrımcılık karşısında kendilerini birilerine yakın, birilerine de uzak bir yerde konumlamışlardır. Görüşmeler süresince kendilerine uzak olarak konumladıkları kesimlere bir ad koymazken, kendileriyle aynı durumda olduklarını düşündükleri kesimleri net referanslarla tarif etmektedirler.

“Aslında bu işlerin başında ben insan haklarına gidelim dedim( insan hakları derneğini kastediyor) Her açıdan dışlandık, Kürtler, Romanlar, diğer etnik kökenli insanlar dışlanmış bu ülkede, törelerimiz, rengimiz, kültürümüz aynı. Ezilmişliğimiz, dışlanmışlığımız gibi… Ben doğuluları çok severim, hatta sırf bu yüzden oğlumun adını Cemo koydum…”

Aynı mahallede yaşarken, kurdukları müzik grubuyla ortak iş yapanların farklı bölgelerde ev bulabilmelerinden sonra, bu ortaklıkları devam ettirmeleri neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Tarihi Dayıoğlu Hamamı önünde, sandalyeler çekilmekte, mahallesinden kopamayanlar hamam önünde yine toplanmaktadır. Müzisyenler, akşam geç saatlerde başlayan mesailerine kadar olan vakitlerinde gün içerisinde mümkün olduğunca bir araya gelmeye çalışarak kahvehanede çay içip sohbet etmektedirler.

“Altıparmakta yaşıyorum artık ben. Tek toplandığımız mekan mahallemizin girişinde bulunan kahvehanedir. Yarın bir gün orası da kalmayacak, yıkılacak. Bir orası kaldı toplandığımız. İşin gerçeği parayı gören aslında evini verdi, bilinçsizce. İçimizde kültürlü, okumuş insan da yok bu nedenle bizim insanlarımızda onca parayı ömrü hayatlarında görmemişler zaten, evleri verdiler. Bizim baba da sattı evi, 90 milyar verdiler. O paraya gidip çekirgeden ev satın aldı, şimdi bin pişman. Ağlıyorlar, insanlarımızı arıyoruz biz. Hanım her gün ağlıyor, al bak her gün buradayız. Basından kimse gelmedi, hiç ilgilenmediler”.

Aynı müzik grubunda çalan darbukacı Altıparmak’ta ev bulmuşken, klarnetçi İncirli’de bir yere sığınmıştır. Dolayısıyla kentsel dönüşüm yüzünden mekândan kovulanların işleri ve dolayısıyla gündelik hayatları da tehlike altındadır. Birlikte icra edilen bir iş olması nedeniyle, bir araya gelmenin mümkün olmadığı koşullarda müzikten para kazanmak giderek imkânsızlaşmakta, başka işlere dair eğitimin ya da gerekli ilgi ve becerinin olmadığı durumlarda da “suçlu işler” olarak tarif edilen işlere bulaşma ihtimali özellikle gençler için hızla tırmanmaktadır.

“Şimdi kim öğretecek bizim çocuklara müzisyenliği. Apartmanda 5 dakika çalışıyor oğlan hemen şikayet ediyorlar. Biz burada atalarımızdan, sokaklarda öğrendik enstrümanları çala çala ”.

Çalışmamız açısından Kamberler’i önemli kılan diğer nokta, acele edilerek gerçekleştirilen yıkımların ardından mekânın büyük bir bölümünün öylece bırakılmış olmasıdır. Yıkılmayan birkaç ev ve dükkâna ev bulamayanlar yerleşmiş, mahallenin canlılığından eser kalmamış ve bölge adeta terkedilmiş hayalet bir kasabaya dönüşmüştür.


“Evim yıkıldı, meydanda kaldım. Kiracılara öyle denildiği gibi para falan verilmiyor. Biz veremeyiz dediler zaten başvurduğumda. Yeğenimin dükkanında kalıyorum. Depremde insanlara ev verdiler, bize de verselerdi keşke. TOKİ isteseydi herkesi toplayıp, ev verebilirdi, kimse de mağdur olmazdı. Yarın bir gün burayı da yıktıklarında ben sokakta kalıcam. 58 yaşındayım, kocam öldü, kanser hastasıyım (göğüs kanseri), yeşil kartım var, üç aydan üç aya kaymakamlıktan 200 lira veriyorlar. İki tane de yetimim var, onlarda gittiler buradan. Bir ben kaldım, ben kiraya çıkamam ki, temizliğe gideyim diyorum ama bu yaştan sonra nasıl giderim nasıl yaparım. Zaten istesem de iş vermezler…”

Ev yıkımlarında gösterilen aceleciliğin ardından bölge uzun bir süre boş bırakılmıştır. Boş bırakılan alana da doğrudan uyuşturucu satıcıları ve bağımlıları yerleşmiştir. Yıkılan, kapı ya da penceresi olmayan evlere Bursa’nın başka bölgelerinden gelerek yerleşenler olmuştur. Yıkma ve kurmanın arasındaki bu gerilimli boş-yer hiçbir kodlamanın hükmünün geçmediği ve orada bulunanlar açısından anlamı her an değişen bir alandır.

Sınırlar ona yaklaşmaya çalışanlar olmaksızın var olamaz. Aynı zamanda ihlal edilmiyorsa bir sınırdan da söz edilemez. Bu bağlamda sınır ve ihlalin karşılıklı bağımlılığını göz önünde bulunduracak olursak hiçbir yasayı tanımaksızın iş görenler, sınırı çizen yasayı her gün defalarca ihlal ederek bölgenin sınıra dönüşmüşlüğünün ve bu anlamıyla da geçiciliğinin altını çizmektedirler. Bu defa söz konusu olan her ihlalden sonra yeni bir sınırın çizilmesinden çok aynı tarz ve aynı noktadan yapılan ihlallerle mekânın tümünün sınıra çevrilmesidir.

SONUÇ:

Çöküntü alanları;
*Kapitalizmin mekâna dair tasarımlarının dilin bozan, bu dili aşındıran ancak yine de kendilerine has dilleri olan mekânlardır.
*Sistemin meşruluğunu sorgulamaya çok sayıda kapı açan ve geçici de olsa gerçek olan mekânlardır.
*Hedeflenen tasarımın boşa çıktığı, herhangi bir tasarımın zaten işleyemediği ama kendi kendini şekillendiren mekânlardır. *Büyük bir dışlama manevrasından sonra kapılarını bütün dışlanmışlara açan ama yine de hiç kimseyi tam olarak içine almayan mekânlardır.

Kent; Arendth’ten esinlenirsek eğer, sınırları belirlenmiş bir hareketlilik değil, sınırsız olasılıkların gücünü taşıyan bir ilişkiler üretme makinesidir.


Kentsel dönüşüm projeleri ile kolektif dayanışma süreçleri içerisinde kurulmuş mekânlar parçalanmakta ve yeni mekânsal kompozisyonlar oluşturulmaktadır. Bu tasarımlara karşı kolektif var oluşu ve dayanışmayı güçlendirecek bir mekan politikası geliştirilmelidir. Bir tasarı olarak değil gerçekten yaşanmış ve bu yaşam tarafından şekillendirilmiş bir mekân olarak kentsel mekanı deneyimlemek ve bir dönüşüm gerçekleştirilecekse bunu yaşanmışlık üzerine inşa etmek bu noktada gerçekten önemli bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.
KAYNAKÇA:
Bauman, Z. (2003). Modernlik ve Müphemlik, Çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı.

Bermann M. (2001). Katı Olan Her şey Buharlaşıyor. Çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker. İstanbul: İletişim.

Fishmann, R. (2002), “20.yüzyılda Kent Ütopyaları: Ebenezer Howard, Frank Lloyd Wright, Le Corbusier”. 20. Yüzyıl Kenti. Der. Çev.Bülent Duru ve Ayten Alkan. Ankara: İmge.
Harvey, D. (1999). Postmodernliğin Durumu. Çev.Sungur Savran. İstanbul: Metis.
Keleş, R. (1998). Kentbilim Terimleri Sözlüğü. Ankara: İmge.
Lefebvre, H. (1995). The Production of Space. Cambcridge: Blackwell.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder